Ömrümün en hızlı, ömrümün en uzak yolculuk kararı. Doğudan doğan doğuya akan nehir. “Dünyanın neresini görmek istersin?” diye sorulduğunda duraksamadan verdiğim cevap. Acem mülkü. Pers ülkesi. Doğunun en batısı: İran.
Başvurunun ardından bir gün içerisinde elimize ulaşan pasaportları attığımız sırt çantaları ile koyuluyoruz yola. Aracımızla sınıra varmak üzere Adana’dan yola çıktıktan sonra Antep, Urfa, Diyarbakır, Batman, Bitlis ve nihayet Van’ı arkamızda bırakıp varıyoruz sınıra. Doğunun kıvrımlı dağları arasında akarsularla bir yolculuk yapıyoruz “Doğu dağlarını yedi” diyen nineyi arayarak. Nineler yol kenarında el ederek selamlıyor gün batımını, yolu, bizi. Bizde akşam olmadan sınırı geçme derdi. Kapıköy Sınır Kapısına varıyoruz. Saat öğleden sonra üç. Türk memurlar işlemlerin sona erdiğini söylüyorlar. “Nasıl?” diyoruz. “Daha mesainin bitmesine iki saat var.” “Saat farkı.” diye yanıtlıyor lar. “İran’da saat şu an on altı otuz.” Yüz metrelik mesafede saatlerin değişiyor. Gözümüz arkada dönüyoruz Özalp’e. Bir pansiyona yerleşiyoruz geceyi geçirmelik. İlk akşamdan yatıp on iki saatten fazla bir uyku ile detoks yapıyoruz. Dünya yolunun yorgunluğunu atmak için. Sabah kahvaltı niyetine birer tas çorba içip tekrar sınıra doğru yol alıyoruz. Kapıda, bavul ticaretine gelen Türklerle İranlılardan müteşekkil bir yoğunluk. Türk Gümrüğünde pasaport, harç ve diğer işlemlerimizi haletlikten sonra ara bölgeye geliyoruz. Bir demir kapının arkasında İran askerleri karşılıyorlar. Hiç hoş olmayan bir ilk intiba ile. İran’a doğru yola çıktığımızda tedirginlik duyduğumuz şeylerin başında geliyor İran Asayiş Güçleri. Fakat bu ilk ve tek sorun dışında ülkeyi gezerken başkaca bir sıkıntı ile karşılaşmıyoruz, bunu peşinen söyleyelim. Sınırdaki soruna gelince: İran askeri, bavul ticaretinin yoğunluğunu azaltmak için amiyane tabirle “yokuş yapıyor”. Türk gümrüğünden durumu fark edip yanımıza gelen ve İran askeri ile konuşan bir memur, durumumuzu izah ediyor da öylece geçiyoruz sınırı.
İran İslam Cumhuriyetindeki ilk ânımız. Ayağımızın başka bir devlet toprağına basmasının ve başka bir hukuka tabi olmanın verdiği tedirginlik. Bakınıyoruz. El arabaları ile çantamızı taşımak için yarışan çocuklar, seyyar dövizciler, bizi İran’ın bir ucuna dahi götürmeye hazır taksiciler sarıyor etrafımızı. Aralarından sıyrılıyoruz. Bizi en yakın kente atacak kadar para bozdurup önce sınır kasabası Kotol’e oradan da sınıra en yakın kent olan Hoy’a doğru yola çıkıyoruz. Taksici dostumuz: Şahap. İran Kürdü. Türkçe , Kürtçe ve Farsça biliyor. Ama konuşurken üçünün karışımı bir dil kullanıyor. Yine de anlıyoruz. Şahap, bize Hoy’da rehberlik de yapıyor. Önce bir miktar para bozduruyoruz. Sonra İran operatörlerinin birinden sim kart ve internet paketi alıyoruz. On gigabyte internet paketini Türkiye’deki tarifelerin yarı fiyatına hattımıza tanımlatıyoruz. İnternet elimiz ayağımız. Kavuşuyoruz. Hoy’dan ayrılmadan önce İran’ın meşhur Cuce Kebabının tadalım. Yanında lahana salatası ve üzerindeki erimemiş tereyağlı pilavı ile gelen safranlı tavuk etinin tadını yadırgıyor damağımız. Yine de aykırı bir tat olmadığına ikna oluyoruz. Karınlar doyuyor. Şahap, birlikte Tebriz’e kadar gideceğimiz taksiciyle bizim adımıza pazarlık yapıyor. Yaklaşık iki buçuk saatlik yol için toplam kırk lira gibi bir fiyata anlaşarak yola koyuluyoruz. Selim’in ordusu ardımızda, İsmail’inki karşımızda; gidiyoruz Tebriz’e. Çayhanelerde mola vere vere. Tarçınlı çayın tadı damağımızda oynaşırken varıyoruz. Şehr-i Şah İsmail. Şehr-i Selim. Şehr-i şah. Şehinşah. Fonda Behet Ghol Midem varken geçiyoruz Petrokimya Tesislerini. Eynali’nin yanı başında Sehend dağlarının koynunda karşılıyor Tebriz. Gözlerindeki turkuaz mavisine selam duruyoruz. Şehri gezmek için birkaç saatimiz var. Tebriz, dönüş rotamızda tekrar uğrayacağımız bir durak olduğundan pek haşir neşir olamayacağız kendisiyle şimdilik. Hızlıca bir şehir gezisi ile başlıyoruz akşama. Kapalı Çarşı, Mosella, Arg Ali Şah ve Göy Mescide kısa bir tur ile göz attıktan sonra safranlı pizza yiyerek veda ediyoruz. Soluğu Tebriz Otobüs Terminalinde alıyoruz. Tebriz’deki tüm taksiciler gibi bizi terminale getiren taksici de ilk önce verdiğimiz parayı kabul etmiyor. “Kalsın.” diye üç defa tekrarlıyor. Üçüncüde alıyor ancak. Biz ise gece yarısından önce Tahran’a gidecek son otobüse yetişme umuduyla atıyoruz kendimizi içeri.
Bir taksinin içinde buluyoruz kendimizi. Arka koltuğa sığışan üç adam. Bir şoför ve bir ihtiyar kadın. Şoför: Mehdi. İhtiyar kadın: Hamide Teyze. Her birimiz kendi hikâyemiz için çıkıyoruz yola. Tebriz’den Tahran’a giden otobüslerin hiçbirisinde yer bulamıyoruz. Allah’tan şehirlerarası taksiler var. Altı yüz kilometrelik yolu kişi başı elli liradan anlaşıp yola koyuluyoruz. Gece boyunca taksicinin seçkisinden şarkılar diziliyor yola. İbrahim Tatlıses, Mustafa Sandal, Emel Sayın, Sibel Can, Ebru Gündeş. İran Azerileri arasında Türkiye’den gelen her şeyin karşılığı var. Biz de ritim tutuyoruz bildiklerimize. Kuzeyinden güneyine İran’ı, iki Azeri Türkü ile İbrahim Mustafa Sandal dinleyerek geçiyoruz. Durumun ironikliği bugünden bakınca daha net. Zencan yakınlarında bir dinlenme tesisine giriyoruz. Zihninizde Türkiye’deki gibi büyük ve gelişkin tesisler canlanmıştır. Siliniz. Burası birkaç müstakil lokanta ile bakır işi hediyelikçilerden müteşekkil bir yol üstü durağı. Hamide Teyze iner inmez ısrar ediyor: “Yemeğiniz benden, itiraz kabul etmem.” Hayırı cevap olarak kabul etmiyor. Gece vakti Abguş tadıyoruz bu yol üstü durağında. Abguş, haşlanmış etin tüm domates, soğan ve patates ile tekrar pişirilerek testi içerisinde sunulduğu bir çeşit çorba. Demir bir havaneli ile tüm malzemeler eziliyor içilmeden önce. Çorbadaki keskin kuyruk yağı kokusu açıyor uyuyan zihinleri. Birkaç kaşık yetiyor. Hamide Teyzeye ayıp olmasın diye bitirmek zorunda kalıyoruz. Sabaha kadar uyumaya yetecek kadar yükseltiyoruz kolesterolü. Zencan’ı, Kazvin’i ve Kerec’i ardımızda bırakıp gün atmadan varıyoruz Tahran’a.
Tahran: İstanbul kadar bir Ankara. Tahran için en doğru tanım bu. Günübirlik çalışmak için gelenler sebebiyle gündüz nüfusu ile gece nüfusu arasında milyonluk farkların oluştuğu Batı Asya’nın en büyük şehri. Bir şehirle sabahın ilk saatlerinde tanış olmanın verdiği güvensizlik hissi ile başlıyoruz Tahran’ı gezmeye. İlk durak Azadi Meydanı ve Azadi Kulesi. “Azadi Meydanımız da kulemiz de vardır ama bir tek azatlığımız yoktur.” sloganı ile özdeşleşen devasa meydan ve yapı. Pers İmparatorluğunun kuruluşunun 2500. Yılı anısına Şah Muhammed Rıza Pehlevi tarafından Hüseyin Emanet isimli mimara yaptırılıyor kule. Tasarımında hem İslam öncesi Pers Mimarisi hem İslam Mimarisi hem de modern mimari etkileri açık şekilde görülüyor. Devrim öncesi adı Şehyad olan kulenin altında bir de müze bulunuyor. Kule etrafında o sabah acemi askerler geziniyor. Sabahın erken saatinde geldikleri Tahran’ın güneşini uyuyarak karşılıyorlar. Kulenin Tahran’ın Şehirler Arası Otobüs Terminaline oldukça yakın olduğunu düşününce askerlerin muhtemel bir dağıtım veya celp başlangıcı ihtimali geliyor akla. Askerleri meydan ve kuleyle bırakıp meydana açılan metro istasyonuna doğru yol alıyoruz. Tahran Metrosu beş hattı ve yüz seksen yedi kilometrelik ağı ile Ortadoğu’nun en büyük metrolarından. Görünüm ve atmosferi ile İstanbul ve Ankara metrolarına oldukça benziyor. Rotamız Niavaran Sarayı Kompleksi. İçerisinde beş adet saray ve köşkün bulunduğu bu alanda Şah Muhammed Rıza Pehlevi’nin kullandığı son köşk en dikkat çeken yapı. Sovyet mimarisi ile klasik İslam mimarisinin birbirine – ne kadar yaklaşırsa artık- yaklaştırılarak yapıldığı bir yapı Niavaran Köşkü. Şah devrildikten sonra köşk, halk tarafından yağmalanmak istenmişse de İslam Devrimin lideri Humeyni, şah rejiminin lüks düşkünlüğünün ve israfının bir nişanesi olarak ibreti âlem diye korunmasını emretmiş. Köşk bugün odalarının neredeyse tamamı açık bir şekilde ziyaret ediliyor. İçerisinde Şah Muhammed Rıza Pehlevi, Şahbanu Farah Pehlevi ve çocuklarının şahsi eşyaları ile mobilyalarının bulunduğu bir çöküş abidesi. Bir gecede elden alınan ihtişamın çöküşü. Şahın çocuklarının odası dahi o gecenin dağınıklığı ile bırakılmış. Köşk gezisinin ardından saray kompleksinin içindeki bir kafeye oturuyoruz. Kafe, Tahran sosyetesinin uğrak mekanlarından. Bir çoğu brunch için gelmiş. Tam bir sosyetik ihtişam. Şah sarayındaki kırıntılarından ne kaldıysa artık. Saraydan çıkıp Tahran’ın Bazar-ı Bozorguna doğru yola çıkıyoruz. Büyük Çarşı. Kapalı çarşıyı andırsa da satılan ürünler daha çok yerli müşteriye yönelik. Bir de tatil olan Cuma gününe denk geldiğimizi hesaba katınca aradığımızı pek bulamıyoruz. Pazarın etrafında açık olan dükkânlardan ufak tefek alışveriş yapıp Gülistan Sarayını turladıktan sonra karar verme süreci. Tahran kaosu ve başkent soğukluğu ile bizi itiyor kendisinden. Ekipteki hasta sayısının da artması nedeniyle Tahran’dan ayrılıyoruz. Tahran klasik İran görüntüsünden uzak. Bu yüzden asıl İran’ı görmeye biraz daha güneye inmemiz gerek. Yapıyoruz. Terminal Cenup’tan Kaşan’a giden otobüse atlıyoruz.
“Kaşan şehrindenim / Fena sayılmaz halim /Bir lokma ekmeğim var, biraz aklım / İğne ucu kadar da zevkim / Annem var, ağaç yaprağından daha güzel / Dostlar, akan sudan daha iyi.” Diyen Sohrap’ın Kaşan’ına varıyoruz. Bir çöl geceüstüsü. Ay yarılmaya doğru. Kaşan’ı son yaz serinliğinde kucaklıyoruz. Şehre indiğimiz anda içimize akan ılık suların nedenini sabah olduğunda anlayacağız. Önce kalacağımız otele doğru yol alma vakti. Sayeh Saray Hotel. Türkiye’de ortalama bir öğle yemeğine vereceğiniz parayla kahvaltı dahil geceleyeceğiniz eski bir Kaşan Konağı. Kaşan’daki önemli gezilecek mekânlara yürüme mesafesindeki dünyadan azade butik otelimiz. Vaat ettiği manzara, iç avlusundaki yıldızlı Kaşan göğü. Üstümüzde göçmez tavan. Birkaç kişiden oluşan otel personelinin samimi karşılaması yüzümüze yayvan bir gülüş yayılıyor. Her biri Türkiye’den bildiği birkaç şey hakkında bizimle sohbet ediyor. Diziler, oyuncular, şarkılar. Genç resepsiyonistimiz telefonundan İlyas Yalçıntaş açıyor. “Gel be gökyüzüm.” Oteldeki dolu tek oda bizimki. Üç beş basamakla inilen bir mağara oda. Penceresiz olmasına rağmen havasız değil. Temizliği ve ferahlığı ile gözümüzü okşuyor. Biraz dinlenip tekrar yer üstüne çıkıyoruz. Yıldızlı göğe. Bahçeye bakan odaların birinin damına çıkıyorum. İki elimi göğsüme koyup Sohrap mırıldanıyorum yine. Çölün tuzlu kokusu nefesime dokunuyor. “Sohrab!” diyorum “Sen zaten ancak Kaşanlı olurmuşsun.” Gökyüzünden yer yüzüne dönüyorum, bir ses. İç avludaki Nişabur Mavisi havuzun yanında otel personeli. Akşam yemeğine davet ediyor. Közlenmiş patlıcan ve nane ile yapılmış bir çeşit babagannuşu yoğurtla servis ediyor. Yanında sarı bir ekmek. Safranlı. Doyuyoruz. Üzerine bu göğün altında içmeden dönmedik diyeceğimiz birer çay. Tarçınlı. Kanıyoruz. Yemek bitince otelin gece görevlilerinden Reza geliyor. On dokuzunda bir delikanlı. Reza bize Türkiye’yi soruyor. İş imkânlarını, gece hayatını, dinimizi. Müslüman olduğumuzu duyunca şaşırıyor. “Ben Türkler Hrıstiyan sanıyordum.” diyor. Reza’nın kafası epey karışık. Ben deistim diyor. Zerdüştlüğe de ilgi duyuyor. Anlatıyor anlatıyor. Bizim gözlerimize yılların uykusu çöküyor. Reza ile din ve ontoloji üzerine yaptığımız sohbeti sonlandırıp uykuya yol alırken ona “Allah senden dürüst ve iyi bir Müslüman olmanı istiyor sadece. Bunu unutma yeter.” Diyorum. Gülüyor. “Benden çok şey bekliyor.” Diyor. Gece bitiyor. İngilizce bitiyor. Rüyanın dili kuruluyor.
Sabah yabani bir papağan olan Mina’nın selamlaması ile doğuyor Kaşan’ın güneşi. Mina kendi adını sayıklayıp duruyor biz uyanmaya çalışırken. Gece boyu kapalı olan fıskiyeyi de sabah açıyorlar. Mina’nın cıvıltısına su sesi karışıyor. Mavi bir sabah çölün kucağında uyananın başka ne hayali olsun. İç avluya kahvaltımız hazırlanıyor. Karpuz, haşlanmış patates, domates salatalık, peynir, yumurta, bal, havuç reçeli. Bizim damak tadımızda bir güzel kahvaltı. Gülümsetiyor. Sonrasında Kaşan’ı görmeye atıyoruz kendimizi sokağa. Kaşan’ın merkezinde gezilecek mekanların bir çoğuna yürür adım mesafedeyiz. Burucerdi Konağı ile başlıyoruz. Konağın bahçesine sarkan bir top nar. Havuz. Konak, adını on dokuzuncu yüzyılda yaşamış ünlü bir halı tüccarından alıyor. İnce uzun bir iç avlusu olan konak vitray, ayna işi, alçı işçiliği ve havuzu ile bir çeşit dünya cenneti yaşatıyor. Avluya bakan terasın hemen arkasındaki salonun aynalı-camlı mukarnas tavanı baş döndürüyor. Anlatıya göre Tüccar Burucerdi, şehrin zengini Tabetabe’nin kızına aşık olur. Kendisi de büyük bir konağa sahip olan Tabetabe, kızına tüccara ancak kendisininkine denk bir konak yaptırması şartı ile verir. Burucerdi bunun üzerine Tabetabe konağını aratmayacak enfeslikte bir konak inşa ettirir. Özellikle giriş kısmındaki taş işçiliğinin inceliği Tabetabe konağındakilerle boy ölçüşecek zarafette. Bu taştan şaheseri gerimizde bırakıp bir başkasına geçiyoruz. Burucerdi’nin boy ölçüştüğü Tabetabe köşküne. Köşk iç içe açılan taş avluları ve avlulara bakan vitraylı odaları ile özellikle akşamüstleri bir renk cümbüşü içinde. Bahçedeki ince uzun havuzun rengi bulansa da içinde Japon Balıkları gülümsüyor. Tabetabe Köşkü kırk odası ve cam-ayna işlemeleri ile göz alıyor. Tebrizli bir halı tüccarının konağı olan bu yapı, Orta İran’da hatta ez cümle Klasik İran mimarisinin sivil yanını tam anlamıyla temsil ediyor. Geleneksel Fars Mimarisini bu beş bin metre karelik yapı içerisinde gayet açık şekilde yaşıyorsunuz. Burucerdi ve Tabetabe Köşkleri işle beraber Kaşan’ın bir diğer önemli konağı da Abbasi isimli konak. Bu konak da diğerleri ile mimari ve işçilik açısından oldukça benzerlik gösteriyor. Ziyaretimiz sırasında büyük bir bölümünde yenileme çalışması olan konağın özellikle iç avlularındaki dış cephe işçiliği görülmeye değer.
Kaşan’ın konaklarında yaptığımız tur sona ererken aynı sokaktaki Sultan Amir Ahmet Hamamını gezmeye koyuluyoruz. Hamam içerisini süsleyen çini detayları ile Kaşan görsellerinde görmeye aşina olduğumuz yapı. Beş yüz yıllık hamamın Safevi ve Kaçar hükümdarlıkları zamanında hizmet vermiş. Bugün terasından muhtemelen en etkileyici Kaşan manzarasına vakıf olacağınız hamamın içi de birbirine açılan hamam labirentlerinden oluşan bir müze. Sarı, mavi ve beyaz renklerin hâkim olduğu çinilerle kaplı. Çölün ortasına bu zarafeti işleyen akla bin saygı ile çıkıyoruz hamamdan. Ezan sesi duyuluyor Kaşan’In göğünde “Eşhedüenne Muhammeden Resulullah” nidasının ardından “Eşhedüenne Alüyyün Veliyullah” nidasını duyunca şaşırıyoruz ilkin. İran’da ezanı ilk defa bu kadar net duyuyoruz. Alışkın olmamanın verdiği gariplik sarıyor yanımızı. Hamamın sokağındaki İmamzade Türbesine giriyoruz. Altın rengi bir mahfaza içerisindeki sandukanın etrafı ışıl ışıl. Yeşil bir ışık da cabası. İçeride namaz kılanlar var, Kerbela toprağından mühürler üzerine secdeye inen başlar. Bir köşede Humeyni ve Körfez Savaşı sırasında şehit olan Kaşanlıların fotoğrafları. Bildiğimiz türbelere dair her şey siliniyor aklımızdan. Burası başka bir dünya. Çıkıyoruz. Kaşan ilinden kartpostallar doluyor çantamıza.
Kaşanla müsemma bir yer daha. Fin Bahçesi. Etrafını saran burçlu duvarların içerisinde bir cennet müstadili. İran’In bahçeleri meşhur malum. İçeri girdiğiniz anda akan suyun sesine hafif rüzgar el veriyor. Ağaçlar, gölgeler. Fin Bahçesi Kaçar Hanlarından Abbas Mirza’nın eseri. Abbas Mirza Kaşan’ı çok sevmiş olacak öldüğünde bu şehre defnedilmiş. Fin bahçesi içerisinde irili ufaklı havuzları ve etraflarını saran çeşit ağaçları barındıran bir yapı. Burayı özel yapan şeylerden birisi de İran’ın meşhur ıslahatçılarından Amir Kabir’in bu bahçedeki hamamda ölü bulunması. Ölümü bugün bile kimine göre cinayet kimine göre intihar.
Fin Bahçesinden şehir merkezine döndüğümüzde dükkanlar öğle tatilinden dönüyor yavaştan. Kepenkler kalkmaya başlıyor. Önce Aga Bozorg Caminin ikindi sıcağında ısınan taş avlusunda turluyoruz. Kubbesi ve minareleri ile Kaşan’ın en görkemli yapısı. Ardından Kaşan Pazarında kapalı dükkanlar arasında kısa bir gezinti sonra ise eski bir hamam olan çayhaneye oturuyoruz. İçeride dışarının yakıcılığından eser yok. Fonda Muhammed Esfahani. Em şeb yek ser şuri dorem. Bu gece başımda bir tutku var. Tanıdık bir fon. Hasan’ın sesini arıyor kulaklar. “Uyuttum seni dünya/ Kıyamet geçti yanından duymadın.” Gül çayı istiyoruz. Yanında toz tarçın, nabat şekeri, hurma ve kurabiye ile geliyor. İran’da olduğunu hissetmek için her şey hazır. Sesler havalanmakta. Nargilenin acı dumanı etrafımızı sarıyor. Evet İran’dayız.
Isfahan’a geçişimiz Kaşan’dan bindiğimiz bir otobüsle oluyor. İran’ın şehirlerarası otobüsleri oldukça konforlu. Türkiye’de yaklaşık kırk koltuğun olduğu otobüsler İran’da yirmi beş koltuklu. Nerdeyse yatarak yolculuk yapılıyor. İran dağlarını ve çöllerini yanımızda geçerek Isfahan’a ulaşıyoruz. Isfahan, yıllarca üzerine yazılan yazıları ve romanlar okuduğum şehir. Dünyanın yarısı. Dünyanın süsü. Karşımda. Geceliği ile parıldıyor. Işık ışık her tarafı. Terminalden otele doğru giderken Taksici Resul bize Isfahan’ı anlatıyor Farsça. Anlamasak da dinliyoruz. Kulaklarımızdan kalplerimize akıyor Farsçası. Güney İran’da Farsça yahut İngilizce bilmek şart. Isfahan’ın Türkleri dahi Türkçe konuşamıyor. Kaşkay Türklerinin Türkçesi ise bizimkine hem yakın hem uzak. Otele varıyoruz. İran’ın aykırı bir grup genci kurmuş burayı. Giyim tarzlarından dinledikleri müziğe kadar belli oluyor bu durum. Resepsiyonda giriş yaptırırken hemen üst başta Humeyni ve Hamaney portreleri dikkat çekiyor. Rejimle alakalı alakasız her yerdeler. Portrelere baktığımı gören resepsiyonistle göz göze geliyoruz. Gülümsüyorum. Yetiyor. İran halkının büyük çoğunluğunun düşüncesini dudağının kenarına alıp gülüyor o da. Odamıza yerleşip Isfahan’da doğacak ilk güneşe doğru uyuyoruz. Sabah otelin mutfağında karpuz, mısır gevreği, peynir ve çay ile yapıyoruz kahvaltımızı. Aynı masada bir İspanyol bir İtalyan çiftle beraber. Onlar için son derece ideal olan kahvaltı bizi kesmiyor elbet. Atıştırıp çıkıyoruz.
Nakş-ı Cihan. Dünyanın süsü. Ön Asyanın en büyük meydanı. Şah Abbas tarafından yaptırılan meydanda bulunan dört büyük yapıdan İmam Camii dini, Ali Kapu Sarayı siyaseti, Şeyh Lütfullah Medresesi eğitimi ve pazara açılan Kayseriye Kapısı ticareti temsil ediyor. Meydan ilk olarak Çevgan oyunları için yapılmış. Sonrasında Isfahan ticaretinin bugün ise bugün Isfahan’ın kalbi olmuş. Tüm gün uğrayıp geçenlerin yanında akşamları meydanı dolduran halk bilhassa yaz gecelerini burada geçiriyor. Geç saatlere kadar meydanda yemekler yeniliyor, çaylar içiliyor. Meydanı gezmeye Ali Kapu ile başlıyoruz. Altı katlı sarayın dar sarmal merdivenleri gizemli bir dünyaya tırmanıyor. Tırmanıyoruz. Müzik odasının görkemine hayran kalıyoruz alçı süslemeler ile harika detaylar elde edilmiş. Ali Kapu’nun terası Nakş-ı Cihan’ı süzüyor tepeden. Terasta da sarayın diğer bölümlerinde olduğu gibi Şah Abbas’ın nakkaşı Rıza Abbasi ile öğrencilerinin süslemeleri parıldıyor. Teras Isfahan’ı olduğu gibi İran’ı da kuş bakışı gösteriyor. Bir molla bir grup öğrenciye gezdiriyor sarayı. İran’ın çeşitli yerlerinden gelenler de bizim gibi merakla süzüyorlar etrafı. Sarayın güvenliğinden sorumlu bir asker peşimize düşüyor. Ne tarafa gitsek ardımızda. En son bir fırsatını yakalayıp “Merhaba qardaş.” Diye giriyor mevzuya. Erdebil Türklerinden. İran Azerisi. Şah İsmail diyarından. Askerliğini burada yapıyor. “Daha çok var mı diyorum. Altı ayım bitti on beş ay daha var.” Diyor. Gurbette kendine denk bir ses bulanların sevinci ile gülüyor gözleri. Adı Mehmet. Mehmet’e veda edip meydana iniyoruz. Meydanı çevreleyen kapalı çarşıyı gezmeye başlıyoruz. İstanbul Kapalı Çarşıdan biraz daha dar. Satılanlar ise benziyor. İpek yolu üzerindeki en büyük çarşı. Meydanın etrafını turladıktan sonra öğle sıcağı çekilene kadar bir çayhane buluyoruz. Safranlı çay kendimize getiriyor. Kendimizi dinliyoruz. Düşünmeye ancak fırsat buluyorum. Isfahandayım. Nakşı Cihanın ardındaki havuzlu bir pasajda safranlı çay içiyorum. Düşündükçe başka bir boyut. Zaman kırılıyor. Şah Abbas Nakş-ı Cihan’da Çevgan oynattırıyor. Atların hırıltılı sesi. Çevgancıların her topa vuruşlarında çıkardıkları ses. Kalabalığın coşku sesi. Şah Abbas Ali Kapu’nun terasından seyrediyor hepsini. Sonra birden görüntü siliniyor. Sesler bugüne dönüyor. Çayhaneye. Kafamı uzatıp meydana bakıyorum. Çevgan sopaları yok. Selfie çubukları alıyor yerlerini. Çarşının içerisinden geçerek İmam Camiine gidiyoruz. Camiye giriş tamamen ücretli. İbadet etmek isteyenleri girişte ufak bir odaya yönlendiriyor görevli. İmam Camii, meydanın siluetini tamamlayan çifte minareli turkuaz güneş. Ali Ekber Isfahanînin eseri. Ayasofyanın kubbesine yakın bir kubbesi ile süzülüyor Isfahan göğüne. Yedi katlı ses yankılanması ile akustik harikası. Kubbesinden kapısına kadar nakış. Kubbesinden kapısına kadar çini. İhtişam. Geometrik desenlerden bitkisel çizimlere kadar her motif var. Yaklaşık beş yüz bin çini kullanılmış yapımında. Elimin değdiği yerden tedirgin oluyorum. Dünyanın en güzel mavilerinden birine dokunuyorum. Mozaiklerdeki yedi rengin her birisi türünün en güzeli. Mimarının bitirme baskısı olmasın diye inşaat sürerken kaçıp üç yıl gelmediği şaheser. Çölün mavi gözü. Bahçesi havuzlu. Ses akustiği birden fazla kubbe ile sağlanıyor. Kubbelerin altında birer taraf açık. Yazlık plan.
Akşam üstü yola koyulup Zayenderud’a doğru yürüyoruz. Adını ilk Cafer Müderris’in Ben Sabah Kadar Uyanığım kitabında duyduğum, duyar duymaz adına vurulduğum nehir. Zayende Rud. Hayat Veren Nehir. Bana sorsanız Ölmeyen Nehir derim. Zağros dağlarından gelen serinlik. Bin yılların yatağında usluca yatan nehre doğru giderken Isfahan’ın akşamüstlerine şahidiz. Gadir Hum, yaklaşıyor. Arefesinin arefesi. Her yerde stantlar kurulmuş. İlahiler okunup şerbetler dağıtılıyor. “Ali, Ali, Ali. Ali Mevla. Ali.” zikirleri yeri göğü alıyor. Hepsini geçip nehrin yanına varıyoruz. Siesepol’ün yanı başına. Otuz üç kemerli taş köprüde gece başka bir hayat başlıyor. Yanı yönü çalgıcılarla, pikniğe gelen halkla dolu. Köprünün altındaki su kadar üzerindeki yürüyüş yolundan da insan akıyor. Bir boşluk bulup köprünün kemerli gözlerinden birine atıyoruz kendimizi. Buradan Zayenderud’daki aksimi bulmaya çalışıyorum. Su bulanık. Zihnim gdip geliyor. Başım dönüyor. İniyoruz köprüden. Nakş-ı Cihan’ı özlediğimi fark ediyorum. Yürüyoruz. Yol boyunca kemaneler çalan sokak şarkıcılarına eşlik ediyoruz. Dinliyoruz. Isfahan’da gece de bitmiyor. Nakş-ı Cihan ise büyüsü hiç bozulmayan bir süs. Işıl ışıl gece boyu. Koca meydanın her tarafı alev ateş yanıyor. Gündüz gördüğünüz her detay gece başka bir anlama bürünüyor. Nakş-ı Cihan gecesini biraz daha seyredip otele dönüyoruz. Oteldeki dostlarla bahçede hafiften bir gece muhabbeti iyi geliyor. Başka hayatlar başka hikâyeler yaşıyoruz. Hepimizi bu bahçede buluşturan Isfahan gecesine gülüyoruz. Uyku yaklaşınca da odalarımıza çekiliyoruz.
Dünkü kahvaltının bir benzerini yapıp veda ettikten sonra oteldeki dostlarımıza, akşam çıkıyoruz. İlk olarak Çehel Sütun Sarayına atıyoruz kendimizi. Kırk Sütunlu Saray Şah Abbas’ın Isfahan’a armağanlarından bir diğeri. Şahın makam sahibi kişilerle ve elçileri ağırladığı bu sarayda giriş kısmını destekleyen yirmi sütun bulunuyor. Bu sütunların havuza yansıması ile oluşan kırk sütunluk görüntü saraya ismini veriyor. Bahçesinde ön ve arka bahçedeki havuzlar yaz sonu sıcağını çekmiş. İçlerindeki Japon balıkları ağızlarını açıp kapıyorlar güneşe doğru. Bahçede akşamki Ali Rıza Kurbani konserinin hazırlıkları arasından geçiyoruz sütunların altına. Ahşap sütunların tuttuğu tavan kündekarî işlemelerle bezeli. Hemen takip eden holdeki tavan ayna mozaiklerle ise dolu. Ortasındaki aynadaki kendimi bulup basıyorum deklanşöre. Sarayının taht salonu göz alıcı freskler dolu. Girer girmez Çaldıran Savaşını yansıtan freskle karşılaşıyoruz. Hemen yan taraflarında şahın konuklarını ağırladığı sahneler, savaşlar, dans sahneleri süslüyor sarayın dört yanını. Bir kısmı Avrupa müzelerine kaçırıldıysa da kalanından dahi anlaşılıyor görkem. Freskler tamamıyla sarıyor.
Çehel Sütundan çıkıp Ermeni Mahallesine gidiyoruz. Şah Abbas Azerbaycan’daki Jalfa kentini tamamen boşlatıp buradaki tüm Ermenileri Isfahan’a getirmiş. Buradaki zanaatleri ile kentin gelişimine katkı sağlamışlar. Ermeni mahallesindeki Vank Kilisesine giriyoruz. Kilise içerisinde bir de müze bulunuyor. Tabi bir de Ermeni Soykırım anıtı ve anma bölümü. Kilise içerisinde İtalyan ve Hollandalı ressamlardan ders alan Ermeni ressamların cennet – cehennem sahneleri başta olmak üzere detaylı freskleri bulunuyor. Canlı renkleri ile göz alıyorlar.
Ermeni Mahallesinden çıkıp Nakş-ı Cihan tarafa dönüyoruz. Yola çıkmadan evvel bir yemek. Nakş-ı Cihan’a sırtını dayanan restoranlardan birisine giriyoruz. Havuzlu eyvanında oturmaya niyetlensek de içerisi daha cazip geliyor. Gayet zarif bir dekorasyon. Direkli tavan. Duvarların alt kısmı duvar kâğıtlı. Üst kısımda minyatür tablolar. Garson hanım menüyü getiriyor. Fakat ne bir fotoğraf ne Latin alfabeli tek bir kelime. İngilizce de bilmedikleri için zorlanıyorlar. Bizim cebelleştiğimizi gören, yan masadaki bir genç geliyor yanımıza. Kaşkay Türkü. Diline denk bir ses duyunca yardım etmek istiyor. Türkiye Türkçesine hem yakın hem uzak. Kaşkay Türkleri Güney İran’da belli bölgelerde yoğunlaşmışlar. Yine de seçebildiğimiz birkaç kelime ile yardımcı oluyor. Adana Kebabın daha az baharatlısı bir tür kebap ile doyuruyoruz karnımızı. Tebriz yolu bizi bekler.
Akşam ve gece boyu süren on üç saatlik yolculuğun ardından Gadir Hum sabahı tekrar Tebriz’deyiz. Tebriz’e gelince yaşanan Türkiye’ye dönmüşlük hissi. Kaldığımız yerden Tebriz’i tatmaya devam. Önce Kızıl Mescit’in yanı başındaki şarküteriye atıyoruz kendimizi. Tebriz esnafı çok cana yakın. Sizi unutmuyorlar da. Her gittiğimiz dükkânda sorup sual ediyorlar. Muhabbet devamlı uzuyor. İran’daki kahvaltı kültürü bizimkinden zayıf olsa da benzer ögeler var. Mesela bin yıl belki aynı tadı bulamayacağım bal ve kaymak. Kızıl Mescit gölgesinde el arabasında çay satan Mehdi’den çay eksiğimizi de tamamlıyoruz. Mis. Gadir Hum sebebiyle bütün oteller dolu. Güç bela bir yer buluyoruz. Büyük Çarşıya yakın. Firdevsî Caddesinde. Eski Rus binalarını andırıyor. Taş iç avlulu. Eşyaları atıp koyuluyoruz tekrar Tebriz sokaklarına. Gadir Hum’a dair detaylar yakalamak istiyoruz ama umduğumuzu bulamayacağız gibi. Kurban Bayramından hemen iki hafta sonra olan bu bayram biraz sönük geçiyor sanki. Minarelerdeki rengarenk bayrakları gerimizde bırakarak önce Makberetüşşuara’ya gidiyoruz. Şairler Mezarlığı. “Eller sana ulduz deyip / Özüm sene ay demişem.”Diyor Şehriyar. Tebrizli Şehriyar. Türkçenin dostu Şehriyar. Tebriz’de bu anıt mezarda bir mermer lahitin altında. İranlılar şairlerine çok değer veriyor. Bayram sabahı onların mezarlarını ziyaretteler. Makberetüşşuara da öyle. Şairlerin ruhları ve şair ruhlular bayram ediyor.
Şairler mezarlığından çıkıp Behnam Evinde kısa bir tur attıktan sonra Azerbaycan Müzesine gidiyoruz. İran’ın en geniş tarihi eser teşhir alanlarından birisi. Pers İmparatorluğu zamanından tutun da Kaçar Hanlığına kadar tüm İran tarihine dair eser mevcut. Bir karı koca iskeleti de sergileniyor müzede. İnsan yığını etrafı. En cazip çekim merkezi. Ölümü seviyoruz.
Gün öğlen olunca biraz dinlenme arası veriyoruz. Otelde kısa bir kestirme. Akşamüstü adına vurulduğum Eynali’de alıyoruz soluğu. Tebriz’in sırtını dayadığı koca dağ. Belli bir noktasına kadar taksi ile oradan öte ise minibüslerle çıkıyoruz. Eynali yapay gölü, piknik alanı, teleferik hattı ile yaz ve kış turizmine kazandırılmaya çalışılıyor. Tesislerin sayısı artacak diyor burada tanıştığımız Samet Abi. Arkadaşları ile her hafta Eynali’de belirledikleri bir rota üzerinde yürüyüş yapıyorlar. Sonrasında da dağın şehre muhkem yamacındaki eski mescide gelip çay içiyorlar. Türkiye Türkçesine oldukça hâkim. Bir zaman Bursa’da yaşamış. Bize ısrarla Veliasr’ı görmemizi tavsiye ediyor. Orada ne var diye sorunca “Sizin Nişantaşı’nın aynısı.” Diyor. Başka bir Tebriz’i görmeye değer diye düşünüp uyuyoruz tavsiyesine. Eynali’den Veliasr’a. Taksici bizi semtin en işlek caddesine bırakıyor. Etrafta lüks giyim mağazalarından bazılarının dükkanları. Bir çoğu ambargo sonrası kapanmış kalanlarda da fiyatlar fahiş. Buna rağmen alıcısı çok diyor dükkan sahipleri. Gelmişken bir İran yemeği yemeden dönmeyelim Veliasr’dan. Geleneksel yemekler satan fakat konum icabı lüksten taviz vermeyen bir yere giriyoruz. Tebriz Köftesi sipariş ediyoruz. İçli köfteye yakın bir tat. Biraz daha sulu ve baharat çeşitli. Beğeniyoruz. Tebriz’deki son akşamı geçirmek üzere Firdevsi’ye dönüyoruz.
Sabah bizi sınıra götürecek olan Aga Cevat otelin önünde hazır. Önce Tebriz’e geldiğimiz istikamette Hoy’a ardından Razi’ye, sınıra gideceğiz. Cevat bizi İran’da ilk alan taksici Şahap gibi İran’ın Kürtlerinden. Uzun süre Türkiye’de yaşadığı için Türkiye Türkçesini çok güzel konuşuyor. Yol boyunca bize İran’da para kazanabilecek yolları anlatıyor. Birlikte İran’da biber salçası yapıp satacakmışız. Kısmet diye diye gidiyoruz. Hoy’u geçtikten sonra bir yol kenarı lokantasında kahvaltı yapıyoruz anca. Derken dağlarla kıvrıla kıvrıla sınıra varmışız. O an hiç bağın olmayan bir yerden ayrılmanın hafif sızısı giriyor koynuma. Karşımdaki vadinin sonu Türkiye. Aga Cevat’la vedalaşıp yürüyoruz. Yükümüzü sırtlanıp geçiyoruz sınırı. Elbette bir daha gelmek üzere. Türkiye sınır tabelasını görünce Behrengi geliyor. Küçük Kara Balık. “Bu bir hikayenin sonu mu başlangıcı mı bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var. Küçük Kara Balık dereyi geçip okyanusa ulaştı.”
İlk yorum yapan siz olun