Zamanın devingenliği içinde itiraz etmeden bir gün daha ölmüş ve bilmem kaçıncı kez yeniden doğmuştu. Bu yeni gün de diğerleri gibi insan misafirlerini ağırlamaya hazırdı. Süregelen düzeni her düşündüğümde zamanın ne derece kendisinin farkında olduğunu merak ederim. Ve ardından, zaman mefhumunun dünyalı olmadığı şüphesi oturur saniyemin ucuna. Bir başka düşünce ise yelkovanımın ucuna tüner. Hayır der. Bilakis zaman, tam da dünyalı bir insan gibi. Kendi kıymetinden bir haber, başkaları için sahip olduğu anlamın hakkını vermeden umarsızca geçip gidiyor. Saniye çubuğum yelkovandan daha tez canlı davrandığından olsa gerek; ilk şüphe ikinciden daha önce düşüverir gözümden. Ve ben, zamanın nabzını tutan el olarak; hem görünmez olan zamanı görünür kıldığım, hem de irade sahipleri üzerindeki etkisini gözlemleyebildiğim için çok önemli hissederim kendimi.
Meslekteki dördüncü yılım olduğundan rahatlıkla çok şey gördüğümü ve bunlar üzerinde düşünmeye çokça tik tak geçirdiğimi söyleyebilirim. Ben, mahkumları misafir eden bir koğuş duvarında açtım gözlerimi. İçimden geçen zamana sayısız hikaye sığdırdım ve bir o kadar da yoruldum. Bazen insanların uykuda oldukları vakitler ilk yıllarımı düşünürüm de, üzerime bir olgunluk yerleştiğini, saniyemin bile daha oturaklı davrandığını fark ederim. Farklı yerlerde görev yapan meslektaşlarımla tanışma imkânım hiç olmadı. Ama merak etmişimdir, bir ev saati olmak, bir kol saati olmak ya da bir okul saati olmak nasıl bir duygudur diye. Mesela tasasız bir veledi uyandırmak için çabalayan saat dostumla hasbihal etmek isterdim. Ve belki başka bir mekanda kısa süreli de olsa durup dinlenme imkanı olan saatlere benim böyle bir lüksüm olmadığını söylemek isterdim.
Bu dört yılda öğrendiğim en önemli şey, insanların koğuş dediği bu 6 ranza, 12 yataktan ibaret kapalı kutuda içimden geçip giden zamanı hayat saymalarıdır. Bir an evvel koğuşun dışındaki hayata kavuşmak için ellerinden gelse bir günü, bir ayı hatta bir yılı bir dakikada tamamlamamı isterler biliyorum. Ancak çaresiz bir kabullenişle ellerinden gelen tek şey; bazen umutla, bazen endişeyle, bazense öfkeyle gözlerimin içine bakmaktır. Bense bu bakışları umursamadan işime devam etmeyi öğreneli çok oldu.
Ancak bugün, sıradan rutinleri hatırlatan bir uyarıcıdan, daha önce üzerime yüklenen anlamlardan çok daha fazlası olduğumu hissettim. Evet, sabah kalkış vaktinde her zamanki gibi akrebim yedinin üzerindeydi. Ta ki akrebim güneşin devrilmeye başladığı vakti haber verirken koğuşun kapısı açıldı ve asılı bulunduğum duvarın sağ alt yanına denk gelen yatağın sahibi çağrıldı. Henüz 20’lerinin başlarındaydı delikanlı. Esmer, zayıf yüzü, inadına güçlü bir edaya sahipti. 5 ay kadar olmuştu buraya geleli. Fazla konuşmazdı. Buraya her gelenin bir hikayesi vardı ve kimisi birinci ağızdan anlatır, kimisiyse hikayesinin dinleyicisi olurdu. Dedikodu diye bir şey olduğunu ve ekseriyetle kadınların dilinde yuvalandığını da anlatılan hikayelerden öğrendim. Hatta adamın biri, o dedikodular yüzünden eşini yaraladığını övünçle anlatmıştı. Bense, erkek türünün de dedikodudan zevk aldığını düşünmekteyim. Şu delikanlı hakkında bire bin kata kata ağızlarının içinde bir azılı haydut hikayesi gevelerken sanki biri dillerine bal çalıyordu. Böyle zamanlarda delikanlı sakin bir tebessüm yerleştirirdi çehresine ve yatağına uzanıp düşüncelere dalardı. Hakkında bilinen tek gerçek, köy yerinde sevdiğine kaçan kız kardeşini öldürdüğüydü. Ötesi berisi, yorumların uydurmaların eseriydi.
İşte bu genç çağrılıyordu gardiyan tarafından. Usulca doğruldu yatağından ağır ağır ilerledi ve kapı ardından kapandığında yeni yorumlar peyda olmaya başlamıştı bile. Yelkovanım daha 20 adım atmıştı ki kapı yeniden açıldı. Bir 20 adımlık mesafe olan kapı yatak arasını genç, yaşının üzerine de bir 20 daha yaş almış gibi ilerlemeye başladı. Meraklı gözler delikanlının üzerinde konaklamaya başlamıştı bile. Ben diğerlerinden farklı olarak delikanlının gece akıttığı gözyaşlarına da şahit olmuştum ancak bende dahil kimse, daha önce onu böyle görmemişti.
Akrebimin sabah vakti 9’a varmasıyla delikanlının infazına karar kılınmıştı. Şimdi anlıyordum o bükülen beli. Ben bile saat halimle mecalden düşmüş, zoraki iteliyordum saniyelerimi. Rakamlarımı çocuklarım gibi severdim. Ancak o an için, sağ kolum olan 9’dan kurtulursam infazın saati hiç gelmez diye düşündüm. Bir taraftan da yılların kazandırdığı sarraflık ile delikanlının bakışlarından, halinden düşüncelerini okumaya çabalıyordum. O gece zaman mefhumunun farklı bir boyutunu ağırladım sanki. Ne kadar yavaşlatmak istesem de, durdurmak istesem de içimden geçip gidiyordu zaman ve ne ben ne de koğuştakiler tutabiliyorduk.
İtiraf etmeliyim ki, o güne kadar kendimi zamanın sahibi sandığım, bundan gizli bir övünç duyduğum olmadı değil. Ancak o gece farkına vardım acziyetimin. Ben zamanın hükmedeni değil sadece işçisiydim. Gece boyu uyumadı delikanlı. Kah mırıldandı, kah dizlerine vurdu, kah suçlar gibi bana baktı kah ağladı. Saatler de suçlu hisseder mi demeyin. Belki de birçok insanın duyumsamadığı bir suçluluk yapıştı o gece üzerime. Bu histen sıyrılmak için mırıldanmalarından kelime aşırmaya çalışıyordum. Gurur diyordu, benim yerime seni asmalılar diyordu. Bana hiç mi onurun gururun yok diyenleri asmalılar diyordu. Bilsin isterdim yavaşlasın diye saniyemi oyaladığımı, ancak okuyordum gözlerinden, bir an gibiydi tüm gece ona. Yorgun argın vardık sabaha. Koğuştakilere de belli belirsiz bir hüzün sinmişti. Yelkovanım 10 adım atana kadar vedalaştılar genç ile. Ve kapı gencin arkasından 2. defa kapandı. Benimse hala kulaklarım çınlıyordu ‘benim yerime seni assınlar gurur.’
İlk yorum yapan siz olun