İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Hüseyin Ahmet Çelik ile Bozdünya Üzerine – M. Fatih Kutlubay

  1. Hüseyin merhaba. Hoş geldin Fâkirane’ye. İkinci kitabın Bozdünya çıktı. Hayırlı olsun. İlk öykü kitabının gayet beğenildiğini ve çeşitli şekilde taltif edildiğini biliyoruz. Peki ikinci öykü kitabını oluşturma süreci nasıl gerçekleşti?

Merhaba Fatih, hoş bulduk. Fâkirane’yle tanışmamız seninle tanışmamızdan çok öncedir. İyi işler iz bırakır, hatırlanır. Fâkirane’ye misafir olmak oldukça güzel. Yeni yayın döneminiz güzelliklere vesile olsun.

Sevinebilirsin Suâda İşte Yalnızız yayımlandıktan sonra ben de birçoğumuz gibi “şimdi ne olacak” diye sordum kendime. Bir cevabı yoktu elbette. Sahi, ne olabilirdi ki?

Kitaba almadığım öykülerden birini gözüme kestirdim ve dedim ki “buradan başlayabiliriz.” Bozdünya yayımlandı ve ben o öyküyü yine son anda dosyadan çıkardım. Yeni kitap için başlangıç noktam yine o öykü. Tuhaftır, ismi de “Anlatacaklarım Var.” Muhtemelen adı değişecek ya da umudumu taze tutmak için daima dışarda kalacak.

  • Bozdünya’da üst kurmacayı birden fazla metinde başarılı şekilde kullanıyorsun. Bu tekniği sevdiğini sanıyorum. Hayata dışarıdan bakışla bir özdeşlik var sanki bu teknikte. Senin üst kurmacayı kullanım amacın hangi doğrultuda oldu?

Biçimin içerikle beraber doğduğunu düşünüyorum. “O hikâye ancak o şekilde anlatılabilir” diyorsun. Üst kurmacayı veya başka bir tekniği kullanmak için özel bir çabam olmadı. Yaşadığımız hayatı bir hikâyeye benzetiriz çoğu zaman. Yazmaya başladığımız anda, en yalın sözcükleri de seçsek, olabilecek en şeffaf anlatıma da başvursak ister istemez biçim kendini dayatıyor. Hikâye bir cam fanusun içine kaçıyor. Dokunmaya kalktığında cama tosluyorsun.  Biçim hikâyeyi yutuyor ama ona yaşama imkânı da sunuyor böylece.

  • Karakterin dünyaya bakışına ve algılayışına odaklanan öykülere sık rastlıyoruz sende. İlk kitabında da benzer bir durum vardı. Yeni kitabında da devam ediyor. Öyküyü insan hallerini ve ruhunu anlamaya yönelik bir araç olarak kullanıyor gibisin. Ne dersin bu konuda?

Artık çocuk olmadığımı anladım anlardan biri, insanları enine boyuna gözlemlemeye başladığımı fark ettiğim andır. Sanıyorum çoğumuz için geçerlidir bu eşik. Çok geçmeden bunun bir hamallık olduğunu anladım ama yakayı kaptırmıştık bir kere. Bir insanı izlemek, tavırlarına, konuşmalarına dikkat kesilmek, duygusunu anlamaya çalışmak o insanı sırtında taşımak kadar zor ve bir bakıma anlamsız gelmeye başladı. Başladı ama zehir yayılmıştı bünyeye.

Öyküyü bir araç olarak kullanma imkânım olsa bu hakkımı insanları anlamaya harcamazdım. İnsanların birbirini anlama çabasını neredeyse kutsal sayarım, asla hafife almam fakat öykünün boyunu aşan bir iş bu. İnsan açıkmetindir, insanı anlamayan öyküyü nasıl anlayabilir? Birlikte yaşadığımız, sevip sevildiğimiz, ortak bir hatıraya sahip olduğunuz insanları anlamak için öyküye başvurmak düz yol varken dağı bayırı aşmaya benzer. Birbirimizi anlamamızı engelleyen neden, benliğimizdir. Benliğimizi aşamazsak, ehlileştiremezsek, hiç değilse tehlikelerine karşı uyanık olamazsak sanat eserleri bizi iyi bir insan yapmaz, aksine içimizdeki kötülüğü haklı çıkaracak bahaneler üretmemize ve benliğimizi putlaştırmamıza bile yol açabilir.

Ne demiş oluyorum aslında? Yapıp etmelerimiz, yazmamız ve okumamız eninde sonunda “insanı anlama” noktasına kaçınılmaz olarak varıyor fakat bir hikâye anlatıyorsak, asıl derdimiz anlaşılmak değil midir? Bencilce bir tutum olduğunun farkındayım. Derdimiz insanları anlamak mı insanların birbirini anlaması mı? Hadi itiraf edelim, yoksa insanların bizi anlaması beklemek mi? Hangisi için yazıyoruz?

  • Metinlerinde atmosfer kurarken büyük hikayeleri küçük detaylarla zenginleştiriyorsun. Bazen bütün metnin geçtiği atmosferi bir cümlede verebiliyorsun. Başarılı atmosferin iyi öykünün en temel yapı taşlarından birisi olduğuna inanan bir öykücü olarak sorayım: Öyküde atmosferi güçlendirmek için neler yaparsın?

Benim için atmosfer demek küçük hikayeler demektir. Şiirde tekrir sanatıyla yaparsın bunu, öyküde ise küçük hikâyelerle “bütünü” tahkim edersin. Bile isteye yaptığım bir şey varsa budur: ana hikâyeyi küçük hikayelerle beslemek. Bunun dışında yapabildiğim ne varsa hikâyenin doğuş ânıyla ve anlamıyla ilişkilidir ve bir sabite değildir. 

  • Kontrol Noktası, Yaşıyorduk Güzeldi Hayat gibi metinler savaşın içinden ve dışından yaşamlara odaklanıyor. Edebiyat tarihçiliği açısından toplumsal konuların edebi eserle geleceğe aktarımının önemi malum. Sivil tarih yazılıyor bir çeşit. Bu gibi öyküleri yazarken aklından böyle bir duruma hizmet edeceğin düşüncesi geçti mi?

Edebiyat, tarihçiyi sınırsız malzeme karşısında bocalamaktan kurtarır. Neyin tarih olacağına karar verir sanatçı. Tabi bu, kasten yapılan, planlı bir durum değil, netice olarak iş oraya çıkar. Edebiyat eserleri yarına kalacak olan “şeyleri” muhafaza eder. Böylece edebiyat eseri de yarına kalır. Araba Sevdası salt büyük bir eser olduğunu için mi hâlâ okunuyor yoksa Batılılaşma karşısındaki tereddütlerimiz ve başkasına dönüşme yolundaki sakarlığımız devam ettiği için mi Araba Sevdası hâlâ gündemimizde. O halde edebiyat eserinin ömrü tercihleriyle de ilişkili. Fakat şunu açıkça ifade etmek isterim ki yarına kalmak gibi bir “planım” yok. Tarihe büyük saygım olmakla beraber ona hizmet de etmek değil amacım. “Bugün” yapmam gerektiğine inandığım bir şey varsa, ona odaklanıyorum. Savaşın gölgesinde geçen olayları anlatan öyküler var Bozdünya’da.  Ama savaşın ortasında değil bakınız, savaşın dolaylı etkilerini yansıtan kahramanlar söz konusudur çoğunlukla. Savaş gibi büyük bir hadiseyi küçük detaylarla anlatma çabası var. Kendi öykümü açıklamak zorunda kalışım şundan: Savaş, bizatihi yer almaz öykülerimde, savaşın insanlar üzerindeki tesirleri daha belirgindir. Bu da doğrudan doğruya yaşadığım bir hâldir. Bir sınır şehrinde yaşadım birkaç yıl, gece bomba seslerini duyardık, gündüz tel örgüleri aşıp ülkemize kaçan insanlara rastlardık. O günlerde hepimiz rüyamızda savaşın bizim topraklarımıza da sıçradığını görürdük. Nitekim sonra o rüyalar gerçek de oldu, Kilis’e bombalar düştü, tıpkı rüyalarımızdaki gibi. Avlusunda dinlenmekten büyük zevk aldığım bir cami, bombaların hedefi oldu. Ben, yaşadıklarımı yazmış bulundum bir bakıma. Tarih bununla ne kadar ilgilenir, bunu göreceğiz.

  • Rüyabaz öyküsüne ayrıca değinmek istiyorum. Rüya unsurunun edebiyatta çokça işlendiği için onu tükettiğimizi düşünürüm arada. Ama böyle öykülerle de karşılaşınca hâlâ farklı bir göz olabilirmiş diyorum. Bu öyküden -kurgunun öne çıkmasını da baz alarak- biraz bahseder misin? Karşılığı nedir sende? Nasıl kurulmuştur?

“Rüyabaz” öykümün seninle ince bir bağı olduğunu, burada, sen de ilk defa öğreniyorsun. Evet, senden ödünç aldığım bir kitabın etkisindeyken yazmıştım bu öyküyü. Cafer Modarres Sadeghi’nin  Ben Sabaha Kadar Uyanığım kitabında “Gavhuni” (Bataklık, 1983) adlı bir öykü var, hatırlarsın.  Baba oğul öyküsüdür ama ırmak başroldedir bir bakıma, ve tabi rüya, öyküyü çevreleyen bir motiftir.  Okumayı kesmek zorunda kaldım birkaç kez. Bir şeyler beni dürtüyordu, okumak da istiyordum bir yandan. “Gavhuni” öyküsünü okumaya giriştikçe bir şey beni durduruyordu. Çare yoktu, defterimi açtım ve tek seferde bitirdim o öyküyü. 

Rüya ve şizofreni başvurmaktan özellikle kaçındığım kurgu stilleri olduğu halde, az önce de ifade etmeye çalıştığım gibi, biçim’e söz geçirmek bazen güçleşiyor. Sadeghi’nin öyküsü, çocukluğumda etkisinden kurtulamadığım bir hadiseyle bir rüyayı hatırlattı bana. Yazmak istemedim başta, mahrem de bir mevzu çünkü nihayetinde.

Rüyalar beni tedirgin eder. Güzel bir rüya bile görsem, gönül rahatlığıyla anlatamam kimseye. Hayatı zorluklarla geçmiş bir yakınım var, o kadar iyimser rüyalar görür ki… Halbuki hayatı üç ömre sığmayacak meşakkatlerle dolu. Tuhaf. Benim için çetrefil bir mesele olan rüyayı öykülerimde sık kullanmak istemesem de “hikâyenin sizi baş başa bıraktığı koşullara boyun eğmek zorunda kalıyorsunuz. 

  • Son olarak bu röportajı sen yapsaydın Bozdünya hakkında Hüseyin Ahmet Çelik’e ne sorardın? Bir soru sorup yanıtla desem.

Arkakapakta “Bozdünya kimin yurdu” diye bir soru var. Editörün, eseri tamamlayan dokunuşlarından biri. Bununla birlikte asıl soru şu değil mi: Bozdünya neresi? Cevabım yarım: Bu dünya değil.

Öyleyse neresi? Bozdünya, boz-ulup duran bir dünyadır ve aslında bir yok-ülkedir. Dolayısıyla bir sakini, mukimi de yoktur. Kimsenin yurdu değildir zira yurt değildir, yoldur.

  • Teşekkür ediyorum Hüseyin. Seni Fâkirane’de görmek bizi mutlu etti.

Fâkirane’yi yeniden görmek de beni mutlu etti. Misafirperverliğiniz için teşekkür ederim.

İlk yorum yapan siz olun

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir