*Kayra’nın Palto adlı şarkısında geçen bir söz.
Hava soğuk. Ben kimsesiz. Yollar kapalı. Bir kahve içmek, bir kitap almak için fırsat bulduğum hafta sonunda da çakılı kaldım yerimde. Ben İbrahim, Öğretmen İbrahim. Derken kimsesiz olmadığımı hatırlatan kuğurmasıyla Mâhperî hareketlenmeye başladı kafesinde. Mâhperî dördüncü güvercinimdi. Akıbetinin diğer üçü gibi olmasını istemiyordum. İki elimle tutarak ürkütmeden çıkardım kafesinden. Pencereye doğru yürüdüm. Kar neredeyse pencerenin önünü tamamen kapatmak üzereydi. Karşıdaki evin tüten bacasını görebiliyordum sadece. Daha sonraları kahvede köylülerle oturduğumuzda ilk defa böyle bir kar yağdığını söylemişlerdi ya, bu başka bir mesele. Pencereyi biraz aralayıp Mâhperî’yi göğe saldım. Dışarı çıkamadığım için, gözümü kapatıp ne yaptığını hayal etmeye koyuldum. Bir süre evin üzerinde yarım daireler çizerek dönecek ama uçmayı fazla sevmediğinden çatıdaki tüneğine konacak daha sonra da dem çekmeye başlayacaktı. Bu, onun yalnızlığına ortak arama ritüeliydi. Demkeş güvercinidir Mâhperî. İşte, tüneğe konma tıkırtıları gelmişti. Şimdi tahmin ediyorum ki Mâhperî’nin de gözü benim gözümü sabitlediğim yerdeydi. İçeride yanan sobanın çıtırtıları, üzerimde kendimi sarmaladığım hırkam. Mâhperî de kesin tüylerini kabartmıştır. Islıklar eşliğinde göğü okşayan rüzgârın verdiği dinginlikle karşı evin bacasından ığıl ığıl yükselen dumana bakıyordum.
Sustu Mâhperî. Neden sustu ki? Bu kadar kısa sürmezdi dem çekmesi. Pencere aralığından seslendim. Geri dönmesi gerekti. Böyle alıştırmıştım. Bir daha seslendim. Ne bir kuğurma ne de o güzelim pençelerinin tıkırtısı. Akşam okunacaktı neredeyse. Köşedeki sallanan sandalyeme oturup açık bıraktığım pencereden Mâhperî girer diye izlemeye koyuldum.
Beklerken uyumuşum. Sobada odun bitmiş. İçeri buz kesmiş. Ben nasılsa ölmemişim. Mâhperî de gelmemiş. Pencereye koştum. Daha dün kar, adam boyu değilmişçesine eriyip yok olmuş. Sanki güneş dünyaya bir adım yaklaşıp geri çekilmişti. Bunca karın bu hızla erimesinin başka bir izahı yoktu. Dışarı fırladım. Tüneğine baktım. Yoktu. Emin olmak için merdivenle çatıya çıktım. Oradaydı. Çatının köşesine düşmüş cansız bedeni. Korktuğum başıma gelmişti. İnsan, zaten hep korktuğu başına gelendi. Hayal kırıklıklarına uğramakta bizden mahir başka varlık yok. Bu kaybettiğim dördüncü güvercindi. Her seferinde yeni güvercin sahiplenmeyeceğime dair içimden sözler veriyor yine de kendimi durduramıyordum. Belki bilirsiniz, güvercin beslemenin en güzel kötü alışkanlık olduğunu söylerler. Ama Mâhperî çok başkaydı. Barışma saati geldiğinde kafesinde tıkırdamaya başlardı. Sonra göğe yükselip döndüğünde başka güvercin bulamadığından, kızıl gözlerinde derinden hissettiğim mahzun bir bakışla kafesine yeniden tünerdi. Bu sefer dönememişti. Başka bir güvercine yazık etmek yoktu artık. Şimdi, köydeki kedi-köpeğe yem etmeyeyim diye uzak bir yerde toprağa gömmeliydim onu. Son vazifemi yapmalıydım. En iyisi dağ idi.
***
“Başımız sağ olsun.” Dedi Çoban, Mâhperî’yi toprağa bıraktığım sırada. “Peygamber sünnetidir.” Deyip gülümsedi. Yüzünde rüzgârlı dağların sızlattığı derin izler, kalınca kömür kaşlar, sırtında aba ve elinde eksik etmediği kavalıyla sıradan bir çoban gibi görünse de köyün büyüklerinden tek okuryazarı. Hem mesleği hem de adı Çoban’dır. Onun kaderi de doğduğu gün böyle çizilmiş. Halden anlar, vefakâr bir dost. “Çocukları okutsan da pek insan sevmezsin bilirim Öğretmen. O yüzden şu demkeşle oyalanır dururdun. Ama bil ki, buralar havasından mıdır, suyundan mıdır bilmem zamanın yavaş aktığı hatta bazen durduğunu sandığın yerler. Böyle anlarda bir ses uyandırmazsa, kapılıp gidersin, tutamayız da seni. Mâhperî’de gitti. Ne yapacaksın şimdi?” Çoban’ın neyi ima ettiğini biliyordum. Ayağım buraya bağlanmasın diye ilk başlarda hep reddetmiştim. Gerçi bağlanmasa ne olacaktı, başka bir yerde bekleyenim mi vardı sanki. Devlet, gel deyince geldim, git deyince gittim. Ben İbrahim, Öğretmen İbrahim, Yetimhaneli İbrahim. Buraya gelene kadar yorulmuştum. “Çay var mı Çoban abi?” dedim. Gülümsedi, “Olmaz mı?” dedi.
Birlikte, dağın kucağındaki yalnız bir Kayın ağacının gölgesinde soframızı kurduk. Çıkınına koyduğu peynirden ve yufka ekmekten çıkardı önümüze. Kararmış çaydanlıktan da kuksa bardaklara doldurdu çayımızı. Bir yandan yemeğimizi yerken bir yandan da sohbeti koyulttuk. “Sahi ya, bu dördüncü dedin. Diğer kuşlara ne oldu İbrahim?” dedi Çoban.
Kuş sevdasını dedem düşürdü içime. Bana gözü gibi bakardı. Emanettim ona. Yine de beni şımartmamak için beyhude işlerle uğraşmama izin vermez, yaşım küçük de olsa kendi işlerinin ucundan tuttururdu. Yedime geldiğimde ise ilk güvercinimi o verdi bana. “Sen bana emanet bir cansın. Ben de sana bir can emanet ediyorum ki, benim hissettiklerimi anlayıp, ona göre davranasın.” demişti. Şebâb bir Gök güvercindi bu ilk baktığım. Onu göğe de salmazdım kuğurmazdı da fazla. Seyrederdim yalnızca. Öylesine güzeldi benim Gökçem. Gökçe adını vermiştim ona.
Bir gece, hiç adeti değil, Gökçe tıkırdamaya başladı kafesinde. “Ne oluyor Gökçe?” diye seslendim ilkin. Hala durmayınca yanına meylettim. Kafesin kilidine gagasıyla vurup duruyordu. Dedim var bunda bir hal. Açtım kafesi. Hemen kapıya doğru uçtu. Arkasından meylettim ben de kaçmasın diye. Baktım dedemin odasına doğru gidiyor. Peşinden koşup içeri girdim. “Dede kusura bakma, tutamadım, bir anda kaçtı kafesinden.” dedim. Ses etmedi dedem. Bir daha seslendim. Yine ses yok. Yavaş adımlarla yanına gittim. Ay ışığı pencereden sızıp yüzüne düşmüştü. Sakallarının beyazları daha bir parlamıştı. Yüzünde bir gülümseme vardı sanki. Ama dudakları mordu dedemin Çoban abi. Korktum. Çok korktum. Hemen pencereyi açtım, yan komşuya bağırmak için. O sırada da Gökçe dışarı fırlayıp dağın eteklerindeki mezarlığa doğru kanat çırptı.
Dedemi gömdük. Bir süre yan komşuda kaldım. Sonra onlar da sofralarına bir tabak daha koymayı, üstelik kendi kanlarından olmayan biri için bunu yapmayı gözlerine kestiremediklerinden beni Yetimhane’ye teslim etmeye karar verdiler. Birkaç gün sonra şehirden görevliler geldi. Gitmeden son kez dedeme uğramak için yalvardım. Halime acıyıp tamam dediler. Oraya vardığımızda Gökçe’yi mezarın üzerinde cansız halde buldum. Dedemden kalan yadigâra da sahip çıkamamıştım. Bari dedim, başucunda yatsın o da. Sonra da bir Fatiha okuyup ayrıldık oradan. Biliyor musun Çoban abi, o günden sonra bir daha hiçbir emaneti kabul edemedim. Bu emanet gereksiz bir taş da olsa, insan da olsa. Bu yüzden öğretmenlik de insanlarla derin muhabbet kurmak da bana çok ağır geliyor. Onlarca çocuk ve gelecekleri bana emanet. Bazen çıldıracak gibi oluyorum. Derin muhabbet ise apayrı. İnsanlar devamlı sen hocasın, sen bilirsin, bir çare gelir belki aklına deyip bana dertlerini, sırlarını bırakıp gidiyorlar. Yoruluyorum Çoban abi. Kendimle uğraşacak bile gücüm yokken… Çoban abi mahcup şekilde başını eğdi. “Sen tasalanma bu konuda. Sen yük olmuyor, yük alıyorsun abi.” deyince başını kaldırıp tekrar gülümsedi. Vakit akşama yaklaşıyordu. Demliğin de dibini gördük laf lafı açınca. Çoban ağaca yasladığı kavalını aldı. Benden aldığı yükü dağlara mıhlarcasına üfledi. İkimizin de gözü kapalıydı. Üflemeyi bıraktığında gözümüzü açtık. Keçiler de onlara mukayyet olan çoban köpeği de şaşkın şaşkın bize bakıyordu. Toparlanıp köye doğru yola çıktık.
Keçiler önümüzde, köpek yanımızda, sırtımızı dağdan inen rüzgâra yaslamış vaziyette köye doğru iniyorduk. “İkinci güvercini yurdun bahçesinde buldum. Daha yavruyken.” dedim. Bir yandan yürürken, bir yandan anlatmaya durdum. İlk başta türünü anlayamadım tabi. Sonradan büyüyüp serpilince anladım ki bildiğimiz posta güvercinlerinden bu. Buraya geldiğimden beri epeydir suskun kaldığımı bilen hocalarım Çelebi’ye bakmama müsaade ettiler. Belki bu şekilde kendimi toparlayabileceğime inandılar. Evet, Çelebi dedim adına. Hem karakterine de uygundu. Onu yalnızca kanat çırpmaya başlayana değin yanımda tuttum ve besledim. Sonrasında hep göğe saldım. Saatlerce havada kalırdı bazen. Belli zamanlarda birkaç ay kayboluyor sonra tekrar dönüp beni buluyordu. Bazen şehrin çok ücra köşesinde bir yerde bulduğu parlak bir taşı dönerken bana getiriyordu. Bana bağlılığını böyle hissettiriyordu.
Bir gün Yetimhane’de kalan tüm çocukları dağ tırmanışına götürmek istediler. Ama gideceğimiz sıra bir şey oldu. Otobüse bindik. Yerlerimize geçtik. Ben pencere kenarındaydım. Otobüs tam hareketlenmeye başladı ki, bir tıkırtı duyuldu pencerede. Çelebi dönmüştü. Sevinçle bağırdım. “Hocam, durur musunuz? Çelebi geldi!” Durmadılar. Zaten vakit kaybetmişiz. Geç olmadan gidip gelmemiz gerekiyormuş falan. Çelebi usanmadan takip etti yol boyunca. O kadife gibi tüylerini parlatan güneşe göğsünü yaslayarak bir uçuşu vardı ki… Kırk kilometre kadar gittikten sonra durduk. Koşup herkesten önce indim. Ben iner inmez, Çelebi’de gelip omzuma konmuştu. Şimdi bu gezi benim için daha anlamlıydı. Kimseye ihtiyacım yoktu. Çelebi bana yeterdi.
Tırmanışa başladık. Bir ara sıkıldığım için çaktırmadan kafileden ayrıldım. Çelebi sanki huzursuzlanmıştı. Ama yalnız kalmak istiyordum. Hem de yorulmuştum. Ormanın içine doğru seğirttim. Biraz yürüdükten sonra devrilmiş bir çam ağacının üstüne oturdum. O sırada keskin bakışlı bir çift gözün bizi izlediğini fark edememişim. Yeniden ayaklandığım sırada, üzerime doğru koşan vaşağı görünce çığlık atarak geriye doğru sendeledim. Ben kaçmaya meylederken Çelebi ise doğruca vaşağın üzerine gidiyordu. Ardından bağırdım. “Çelebi, gitme!” dedim. Ama çoktan vaşağın pençesiyle yaralanmıştı. Kendimden beklenmeyecek gürültüyle bağırıp vaşağın üstüne yürüdüğümde Çelebi’yi bırakıp kaçtı. Şimdi o güzel gagasından kan sızıyordu. Çok fazla da dayanamadı zaten. Benim çığlığımı duyanlar hemen gelmişler. Onlar bana bir şey olmadığını görüp içleri ferahlamışken, ben Çelebi’nin ölümüyle gözyaşlarına boğulmuştum. Çelebi’yi kucağımda daha yukarılara çıkarıp, orada toprağa gömdüm. Teselli olurum belki diye, artık buraya Çelebi Yokuşu diyelim dediler. Umurumda değildi. O günden sonra bana hediye veren kimse olmamıştı. Çelebi’nin getirdiklerini halen saklarım. “Fedakarlığı bir kuştan öğreneceğimi hiç düşünmezdim, Çoban abi.” dedim. “Fedakârlık, sızıdır Öğretmen. Üstelik de ölümün göze alındığı bir fedakârlık ise.” dedi. Keçileri ağıla kavuşturduk. Çoban köpeği kulübesine çekildi. “Akşam yemeğini de bizde yiyelim.” dedim. “Başım üstüne Öğretmen. Senle oturduğum sofrada yediğim ne varsa lezzeti bir başka oluyor. Sen var git eve. Ben de üstümü başımı değişip hemen geliyorum.” dedi Çoban abi.
Eve varır varmaz önce sobayı yaktım. Yanan meşe odunlarının rayihası sardı odayı. Sonra sobanın üstünde dünden kalan bulgur pilavını ve yahniyi ısıttım. Turşu da çıkardım. Sofrayı kurma işini bitirdim ki kapı vuruldu. Hah, dedim, geldi. Onu abasız görmek tuhaf gelmişti. Tertemiz kıyafetlerini giymiş, saçlarını taramış, mis gibi gül kokusu sürünmüş. “Ee, öğretmen evine paçavralarla gelecek değildik ya.” dedi. Gülüştük, geçti içeri. “Oo, maşallah bu ne sofra. Bir kuş sütü eksik.” dedi Çoban abi. Aklıma Mâhperî geldi. Yüzüm düştü. Halil abi o sırada, hay dilimi eşek arısı soksun der gibi elini havada savurdu. “Kusura kalma be İbrahim. Patavatsızlık ettim.” dedi. “Estağfurullah abi, mühim değil, geç buyur.” dedim. Yedik, içtik, elhamdülillah doyduk. Çay faslına gelince Çoban abi, “Peki, üçüncü güvercine ne oldu İbrahim?” dedi.
“İşte bu en garibiydi. Buradan önce öğretmenlik yaptığım kasabanın çarşısında, mırtıkçılar sokağı vardı Çoban abi.” dedim. O kasaba güvercin yetiştiriciliğiyle meşhurmuş. Her türü bulunur, yetişirmiş burada. Ben tabi senelerdir Gökçe’nin ve Çelebi’nin ölümünde duyduğum teessürle yolda giderken dahi kafamı kaldırıp gökte uçan güvercinlere bakamaz olmuştum. Okuldan eve dönerken de mecburen Mırtıkçılar sokağının oraya yolum düşüyor ama kafamı çevirmeden hızla geçip gidiyordum. Bir gün yine giderken, mırtıkçılar sokağından bir ses geldi. “Sızın mı vardır İbrahim!” dedi ses. Donup kaldım. Epey yaş almış, hırıltıyla soluk alıp veren, çelimsiz bir ihtiyardı beni ünleyen. Elinde simsiyah bir kelebek güvercini tutuyordu. “Kim olursa olsun, buradan geçerken, şu göğü süsleyen güzelliklere kayıtsız kalmaz. Ama sen gözünün ucuyla bile bakmıyorsun hocam. Biliyorum, insan yavrusunu kaybetmiş gibi oluyor ama kendine zulmetme. Senin yalnızlığını paylaşacak birisi lazım.” deyip elindeki güvercini bana doğru saldı. Gelip omzuma kondu. Önce alıp yere koydum. Ama ısrarla omzuma doğru kanat çırpıyordu. Güvercinler hisli hayvanlardır. Çaresiz aldım onu yanıma.
Tez zamanda ona da alışmıştım. Gökte süzülürken inişini döne döne öyle güzel yapardı ki. Hayranlıkla seyrederdim onu. Adını Pervane koydum o sebepten. O sıralar ben de pervane sayılırdım. İlk ve son âşık olduğum kadının etrafında. İnsan sevmeyen ben, âşık olunca dumura uğramıştım. Seher… Okula giderken adımlarımı heyecanla hızlandırmama sebep olacak kadar güzel olan Seher. Simidinden kopardığı bir parçayla doyup, gerisini bahçedeki güvercinlere bölüp bölüp atan Seher. O da benim gibi güvercinleri seviyor olsa gerekti. Bir kadınla nasıl iletişim kurulur pek bilmediğimden, denk geldikçe konuşmaya çalışıyordum. Bizi konuşurken görüp yakıştıran öğrenciler derste alaylı imalarda bulunuyordu. Bir yandan onlara kızıyor bir yandan da bıyık altından gülümsüyordum. Bir gün öğrencilerden biri Seher’in doğum gününün yaklaştığını söyledi bana. “Banane oğlum Seher hocanızın doğum gününden.” dedim ama hediyem kafamda çoktan hazırdı. Doğum gününde onu dışarda bir çay içmeye davet ettim. Kabul etmişti. Onun da bana hisleri var zannettim. Okul çıkışında hemen eve koştum. Pervane’yi kafesiyle beraber alıp çay içeceğimiz mekâna geçtim. Benden biraz sonra da Seher girdi içeri. Pervane’yi görünce önce şaşırdı. Sonra oturdu karşıma. Çaylarımızı içtik ve sadede geldim. “Müsaade edersen, bu güvercini sana hediye etmek istiyorum. Doğum günün için.” dedim. Gülümsedi, başını öne eğdi. “Ne güzel düşünmüşsün İbrahim. Ama kabul edemem.” dedi. Yıkılmıştım. Neden kabul etmediğini sordum. Yakında tayinini isteyecekmiş. Buralarda kalmak istemiyormuş. Benim ise hala vaktim vardı gitmek için. Seher’i bırakmak istemiyordum. Ama devlet baba, otur oturduğun yerde diyordu. Gözlerim doldu. “Olsun.” dedim, “Pervane artık senindir.” Gözyaşım düşmeden evvel masadan kalkıp hızla eve gittim.
Seher’in gidişini görmek istemediğimden rapor aldım. Bir süre okula gitmedim. Bu olayın üzerinden birkaç ay geçti ki, mırtıkçılar sokağının önünden geçerken Pervane geldi aklıma. Bir bahanedir deyip Seher’i aradım. Esas şoku onun gidişinde değil, o zaman aradığımda yaşamıştım. Bir insan nasıl bu kadar hızlı değişebilirdi. Bir daha onu aramamam gerektiğini, geldiği dağ okulunda tanıştığı bir öğretmenle evlendiğini ve Pervane’yi bakamayıp saldığını duygusuz ifadelerle anlattı. Yıkıldım Çoban abi. Bir insan karşısındakinin hislerini bu kadar çabuk nasıl kestirip atabilirdi. Daha önce böyle bir merhametsizliğe şahit olmamıştım. Her yerde onun izi olduğu için duramadım oralarda. Tayin izni çıkar çıkmaz, bu ücraya attım işte kendimi. Sonradan kabullendim tabi olup biteni. Ben sözlerimi bitirdiğim sırada Çoban abi kavalını çıkardı. Getirdiğini fark etmemiştim. Yine acı acı üfledi. Dağ üstüne dağ ekledi gönlüme. Üflemeyi bıraktığında gözünden yaşlar dökülüyordu. “Yaralısın İbrahim. Hem de çok yaralı.” dedi. “Bugünümüze şükür.” dedim.
***
Ben Çoban. Burada anlatılanlar, bana anlatılan kanatlı hüsranlardır. Hüsran sahibi bellidir. Gökçe’nin, Çelebi’nin, Pervane’nin, Mâhperî’nin sahibi İbrahim. Öğretmen İbrahim. Yetim İbrahim… O buralardan gideli birkaç sene oluyor. Anlattıkları hala zihnimde kanlı canlı dururken kâğıda aktarmak istedim. Ama anladım ki, yeryüzünden silinse bile İbrahim’in adı göklerdedir. Bunu nereden mi biliyorum. Bir akşam sürüyü ağıla indirdiğim sırada postacı geldi. Acilmiş diyerek bir zarf uzattı. Açtım. Kâğıtta, İbrahim’in yeni görev yerindeki evinde ölü bulunduğu ve ölümünü kesinleştirmek için inceleme yapılan evde bir vasiyete rastlandığı, vasiyette, ölürse naaşının Mâhperi’yi gömdüğü tepeye defnedilmesini istediği, bunun için bana ulaşılması gerektiği yazıyordu. Haberi aldığımda gözlerimden yaşlar süzüldü. Gidip İbrahim’i aldım. Cenazesi için vasiyetinin yanına biraz da para bırakmış. O paraya dokunmadım. Bütün cenaze işlemlerini halledip onu Mâhperî’nin olduğu yere defnettim. Cenaze için ayırdığı para ile bir sürü güvercin alıp İbrahim’in hayrına azat ettim. Hani demiştim ya, İbrahim’in ismi göklerdedir diye. İbrahim’e Fatiha okumak için gittiğim günlerden birinde mezarının üstünde usulca kuğuran dört güvercin vardı. O zaman anladım. İbrahim kimsesiz değilmiş.
İlk yorum yapan siz olun