Farsça’dan çeviren: Samira Sheykhi
1.
Bilmediğim bir nedenden sarı bıyığıma dokundum, ondan sonra parmaklarım bıyığımın altına girdi. Bir çukur ve birdenbire ağzımı buldum. Ağzım olduğunu şimdi hatırladığımı itiraf ediyorum. İnanması size zor ve saçma gelebilir. Ağza sahip olduğunu birden fark eden kırk beş yaşında bir insan hakkında kötü yargılar olabilir tabi. Zar zor bir ayna parçası buluyorum. Mişa bütün aynaları toplayıp kırmış ve evden dışarı atmış. Cinlerin bu aynalardan eve girdiğine inanıyor. Ben kırık bir ayna parçasını bir yere saklamıştım. Odama gidiyorum, gizlice kırık aynayı çenemin önünde tutuyorum. Gözlerime, kaşlarıma ve basık burnuma değil sadece o çukura bakıyorum. Karanlık, yapışkan ve hırıltıdan dolu bir çukur. Bu sefer işaret parmağımı o yapışkan ve sıcak havaya daldırıyorum. Boğazımın dibine ıslak ve hareketli bir et takıldı, parmağımın ucunu ona çarpıyor. Bu hareketli et beni konuşturan dilimdir kesin. Onunla oynuyorum. Hatta dokunması çok zor olan küçük dilimi de kurcalayabilirim. Onu basınca bademciklerim ağrımaya başlıyor. Kusma hissimi bastırıyorum sonra “O zaman iki dilim var.” diye düşünüyorum. Hakikaten küçük dilimin verimliliği hakkında hiçbir bilgim yok. Eksik düşüncelerime gülmek için fırsat oluşuyor. Hemen ağzımdan bu cümle çıkıyor: “Saçma, çok saçma.” Kaç kere ağzımı açıp kapatıyorum her seferinde dişlerimden takır takır korkunç bir ses çıkıyor. Neden dişlerimden bihaber oldum? Bakıyorum eciş bücüş sütunlar gibi iltihaplı diş etlerime oturduklarını fark ediyorum. Uzun zamandır ıslık çalamıyorum, dişlerim arasında boşluk olduğu içindir muhtemelen.
Koridorun karanlık yarısının derinliğinden Mişa’nın sesini duyuyorum “Ben çıkıyorum, öğle yemeğimi arkadaşlarla yiyeceğim, merak etme hiçbir şey beni bitiremez; keşke sende gelseydin demiyorum çünkü arkadaşlarımdan nefret ediyorsun.”
Gizlice gözetliyorum. Kapıya gidiyor. O çıkınca kendime, artık yüksek sesle konuşabileceğimi söylüyorum. Bir süre sonra yine kapının açıldığını duyuyorum, sesi koridorda dolaşıyor: “Saat on ikiye, üçe ve sekize ait ilaçlarını tezgâha koydum, hatırlatmak için arayacağım seni; aramazsam kendin hatırla. Kendine iyi bakma, zaten ben ne söylesem bir kulağına giriyor diğerinden çıkıyor; bildiğini yap, sen kendi yolunu yaşıyorsun, belki böyle daha sağılıklı kalabilirsin. Vakitin varsa havan tokmağı al, bana.”
Kapının kapandığını duyduğumda acı sözlerini düşünüyorum, neyse ki ağzımı bulduğumu ona söylemedim yoksa yaygara koparırdı. Planına göre ilerlediğimden emin olmak için haplarımı tane tane ağzıma tıkıştırırdı.
Kadınlar kibar olabilse de bazen onlardan bazı şeyleri saklamalıyız. Tüm gerçekler onların ellinde bırakılmamalı. Babama göre çomak kadınların eline verilmemeli. Ağızımı açabileceğime kadar açıyorum. Sızlanıyorum, yuh çekiyorum ve bütün bu cansız sesler çenemin ucunda kalıyor. Sesler beni bırakıp havada dağılsın diye çenemi silkiyorum ama başaramıyorum; içimden mutsuzum, diyorum. Eklem ağrısı, romatizma, kan şekeri ve bağırsağımdaki ölüm fermanımı cebinde tutan iyi huylu canavar, hepsini anımsıyorum. Yıllardır tüm acılar benimle omuz omuza hareket ediyor. Tatları metal gibi, nemli bir demir parçası gibi kokuyor. Bu acılar kemiklerimde uyumuş bir yankı yaratmışlar ve kulaklarımda bir trompet sesi duyarım. Sonuçta gerçekten mutlu olmamak için, ihtiyacım olan her şeye sahip olduğumu söyleyebilirim, talihsizlik omzuma oturdu yani. Bir gün bu bitmeyen ağrılardan birinin beni yere devirip ve tam soğukkanlılıkla ezeceği aşikar.
Her zaman şimdi gibi bum bum, salon duvarından ses çıktığında oraya gitmem lazım. Salona gidiyorum. Asılmış üç çarpık düğünümüzün fotoğraf çerçevesinin duvarın önünde duruyorum. Ben geniş, pembe bir ödünç takim elbiseyle ve elmacık kemikleriyle dolu bir yüzleyim. Boynumda hatırlayamadığım bir kravat var. Mişa sarı saç yığınına gülünç bir taç takmış. İkimiz palyaço gibi kameraya bakıyoruz.
Ses, her zamanki gibi çerçevelerin arkasından geliyor. Mutfağa gidip tezgah üzerinden bir bardak alıyorum. İlk önce yumruklara cevap veriyorum. Yumruk ve yumruk. Darbelerini duydum, demek. Bardağın ağzını duvara yapıştırıyorum. Sol kulağım bardağın dibinin büyüklüğü kadar. Kulağımı bardak altına yapıştırıyorum. Öteki tarafındakinin sesi bardakta dolaşıyor “Ebu El-Hasan öldü!”
Cevap vermiyorum. Bardakla mutfağa gidip ılık su içiyorum. En son utanç verici bir şekilde mağlup etmişti beni, Ebu El-Hasan. Kahkaha atan Ebu El-Hasana arkamı dönmüştüm. Bilardo sopasını yeşil masaya fırlatıp içimden “Sen bunun için yaratılmamışsın.” demiştim. Balkona gidiyorum. Soğuk hava kafama çarptı. Bizim balkonumuzdan uzak olan üçüncü balkonda siyah gömlek giyen ve çamaşırları asan Ebu El-Hasan’I görüyorum. Sütun arkasında gizleniyor. Böyle şakalardan nefret ediyorum. Zavallı Ebu El-Hasan!
2.
Aklı ağzında olan tek canlının insan olduğunu, gülerek söylediğinde hiç şaşırmadım. Yanımdaki kanala tükürdüm. Su, kan ve tükürükleri yıktı. Çenemin yanında emme sistemin sesi vardı sonra o berrak beyaz metallere baktım. Uyumuş diş etlerim ve dilim yavaş yavaş bulundu ve ağzımın o korkunç ağırlığı kayboluyordu. Beyaz eldivenlerini çıkartı, beyaz billur elleri ortaya çıktı. Benden uzaklaşıp maskesini çıkarttı. Maskenin altında saklanmış yüzünün yarısı birdenbire beli oldu. İnce dudaklarına çok hoş bir ruj sürmüştü. İşi bitmişti.
Bunu ona göstermek için iyi bir zamam olduğunu düşündüm. Elimi pantolonumun cebine koydum. Küçük ve çirkin bir poşet çıkartıp gösterdim. Eğilip dikkatça baktı. Poşet içinde kurşun gibi iğrenç mesane taşlarım vardı. Poşeti benden alıp gözlerinin önünde salladı. Güldü. İçinden bunun işiyle ne ilgisi olduğunu sormuş olmalıydı. Sekreteri onu duymasın diye yavaşça “İnsanın kafasından böyle kolay kopan beynine tüküreyim, bu taş mesanende saklanan senin aklının bir parçasıymış.” dedi. Sözünü anlamama rağmen kabul ettim. Alt diş etlerime pamuk tıkıştırdığında yüksek sesle, ağzımın çirkin olduğunu ifade etti. Her ağızın, çenesi ve fizyolojisine göre hesaplanmış bir derinliğine sahip olduğunu söyledi ama benimki normalden on kat daha derin, daha koyu ve daha problemliymiş. Ve talihsiz cerrahın, bademciklerimi ameliyat edebilmesi için ağzımın içinde yatması gerektiğini söyledi. Sonra “Ağzın hakkında bir şeyler biliyorum ama detaya girmek istesem zaman alır. Muhtemelen bir gün ağzını keşfedeceksin daha sonra onu çok kullanmana gerek kalmayabilir.” dedi. Sonra çürük dişimi bir mendille sarıp bana verdi, mesane taşımın yanında koyayım diye.
3.
Ağrı dişlerimin arasında yürümeye başladı. Bu ağızdan hoşlanmıyorum artık. Ona bakmamaya çalışıyorum. En son gördüğümde yine o çirkin nemli çukurdu. Aklı ağzında olan tek canlı, insan olduğunu, gülerek söylediğinde hiç şaşırmadım
Onu kullanmamaya çalışmalıyım. Mümkünse iğne iplikle dikerdim, neden olmasın ki? Kırık ayna parçasını ağzımın önünde tutuyorum. Bütün dişlerim apseliymiş, çenemin her tarafı şişmiş, içimden bu ağız benim değil, diyorum. Çenemi bundan daha fazla hareket ettirsem diş etlerimin ağrısı kulaklarımı tırmanıp, göz çukurumun arkasından geçip ve beynime ulaşır. İçimden “Bu kadar acıyı üretebilen ağız, benim değil.” diyorum. Mişa’nın sesi aklıma geliyor “Aynada gördüğümüz şeyler bize ait değildir.”
Daha önce bu kadar büyük dudaklarım yoktu bu ağızla konuşmak istemem sözlerim bile bana ait değil. Ben bu ağızla yaşamak zorunda değilim.
Balkona gidiyorum. Bum bum arkasından Ebu El-Hasan’ın ölümün haberini veren Zülfali kendi balkonuna çıkıyor. Bütün balkonlar gibi bizimkinden bir buçuk metre ötede. Sonra ahşap sandalyesine oturduğunu fark ediyorum. Durmuş, oturmuş ne fark eder ki? Kafasını görebiliyorum, herhalde robot gibi dönüyor.
“Ağzın neden böyle?”
“Nasıl?”
“Ebu El-Hasan’ınki gibi.”
Döndüm. Ebu El-Hasan’ı gördüm. Çamaşırlarını topluyordu.
“Ebu El-Hüseyn, Ebu El-Hasan’ın ikiz kardeşidir.”
“Hmm.”
“Bunun senin ağzının olduğunu inanamıyorum.”
“Kendim de inanamıyorum sanki çöpten bulmuşum gibi.”
Salona giriyorum. Havan tokmağı bulacaktım ama sıkılıyorum, kendimi koltuğa atıp uyuyorum.
İlk yorum yapan siz olun