Havada asılı kalmış gibi aheste aheste yere süzülen beyaz taneler her ne kadar karı andırsa da benim için sadece aklımdaki soruları diri tutan birer hatırlatmaydılar. Elimi göğe doğru kaldırıp bir iki tanesini elime alınca bile erimiyorlar, kar olmadıklarını gösteriyorlardı.
Göz alabildiğine giden beyazlık huzur vermiyordu bana. En başından beri de böyleydi. Buraya düştüğümden beri sonsuz beyaza düşman bir şey arayıp durur oldu gözlerim. Başta buranın sonu olup olmadığını düşünsem de sonradan asıl sormam gereken sorunun neden buraya düştüğüm olduğunu anlamam çok sürmedi.
O andan sonra her şeyin nerede başladığını düşündüm uzun süre. Hata mı demeliyim bilmiyorum, düşündükçe muhtemel cevapların arttığı gerçeği de korkutuyor beni. Bu da bir yanılgı olabilirdi. Belki de her şeyi bilmemden dolayı buradayım.
Evet, en başını düşünecek olursam bir noktayı belirleyemiyorum. Her şey nerede nasıl başladı hiçbir fikrim yok. Zaten hayatım da hiçbir zaman dümdüz öylece sürüp gitmedi. Benden beklenen sakin hayatı yaşayamadım.
Başta sonun nerede olduğunu düşündüm. Daha sonra sonunun olup olmadığı konusunda tereddüde düştüm. Ve nihayetinde neden buraya düştüm diye düşündüm. İlk aklıma gelen kendi kanımdan birinin bana yaptıklarıydı. Tamam, bütün kabahat onda da değildi en nihayetinde öldürdüm onu fakat her can alan haksız değildi ya.
Bilmeyene anlaması zor gelebilir ama bizim burada yaşamak diğer her yerden daha da zor. Ezilmen gerekiyor gibi davranıyor herkes. Babam da diğerlerinden farksızdı. Uzun süre tek erkek evladı ben olduğum için istediği her şeyi yapıyordu bana. Sonunda, hiç beklemediğimiz bir anda çirkin bir et parçası gibi aramıza katılan erkek kardeşimle tek erkek olmamın verdiği önemi de kaybetmiştim. Artık babamın değerli kanını taşıyacak daha kıymetli bir oğlu vardı. Beni defetmek de işine gelmiyordu. Evet, tahmin ettiğiniz oldu. O çirkin et parçasını ulu Kara Nehre bıraktım. Hayır, canını alamazdım. Sadece evden uzaklaştırdım. Eminim nehirle gittiği yer baba ocağımdan daha iyi olacaktır. Ben ona ufak bir iyilik yaptım.
Canını aldığım kendi kanım ise küçük amcamdan başkası değildi. Babamlar altı erkek kardeşti ve en küçük amcam benim doğmamla beraber hor görülme sırasını savmanın heyecanı ile diğer herkesten kötü davranıyordu bana. Bazen babam bile acır gözlerle bana bakardı ama küçük amcam ne olursa olsun gaddarlığından ödün vermezdi.
Onu öldürdüğümü kimse bilmiyor. Amcamın mora çalan kanı ellerimde hala ama kimsenin umurunda olmayan biri olduğu için yaşlı bir köpek gibi ölmesi de dikkat çekmemişti. Ancak babamın değerli küçük oğlu ortadan kaybolunca ölen kardeşi de birden kıymete bindi. Biraz düşünüp her iki olay için de beni suçlayabileceğini fark edince beni baba ocağından defetmek için bunları bahane belledi.
Burada geçirdiğim vakit arttıkça asıl sebebin ne kendi kanımdan olanlarla derdim olması ne de tırnaklarımın arasında kan kalması olduğunu anladım.
Burası göz alabildiğince beyaz. Beyaz dedimse nurlu veya huzurlu bir aklıkla kaplı olmayan bir yerdi.
Buraya hakim korkunç beyazın ortasında soğuk güneş vurdukça gözleri kör eden parıltı bana gerçek nedenin evimden uzakta geçirdiğim günlerde hayvanların ve dahi taşların fısıltıları olabileceğini anımsattı. İstediğim olmuş, babam ve lanet evden uzaklaşmıştım ama bilinmezliğin korkusu içimi zapt etmişti. Bayağı korkmuştum. Yıpranmıştım. Yalnızlığın iyi geleceğini düşünürken beni en derinden kemirenin de o olduğunu hissedince derdimin dünya ile olduğunu düşündüm fakat o da değildi.
Aç gezdiğim orman patikalarında bir saksağan yuvası bozup yumurtalarını yemiştim. Bedenimi doyurunca ruhum huzura erer zannettim fakat hata yaptığımı yuvası bozulmuş, yumurtaları yenmiş saksağan benle konuşup tövbe etmemi söylediğinde fark ettim. Kabullenememiştim. Saksağanın erdemi benim anlayacağımın üstündeydi. Elime geçen sivri bir taş ile kafasını ezdim. Yumurtalarını pişirdiğim ateşte saksağanı da yedim.
Üzerinde küçük yumurta kabukları ve saksağan kanı olan taş parçası tüten ateşin üzerinden fısıldadı,
“pişman mısın?” dedi. “Pişman olduysan affettirebilirsin kendini. Bunu göstermen yeterli.” Başta aklımı çelmişti. Acaba beddualar ettiğim baba ocağı benim kurtuluşum muydu? Yanlış yolda ısrarcı olurken gözümün önündeki delilleri görmezden mi geliyordum? Yoksa hatalarında ısrar eden ve ısrarcı olduğu hatalarından ders çıkarmayan bir salak mıydım?
Hala köz gibi sıcak olan taşı parmaklarımın ucuyla alıp ormanın karanlık bir köşesine fırlattım. Fırlatmam ile peşinden küfürler etmem birbirini kovaladı.
Daha sonrasında aklıma yabancı insanların bana ne ettiği geldi. Baba ocağında geçirdiğim yıllardı. Kasaba ahalisi dışında kimseyi ne görmüş ne de tanımıştım o zamana kadar. Bir ara Dünya’nın sadece bizim köyden ibaret olduğuna inanmıştım.
Babamın beni zorlamak için verdiği işler arasında köyün içinden geçen nehir boyu yürür, bir an olsun yaşadığım her şeyden uzaklaşmaya çalışırdım. Son zamanlarda köyün kızlarından birinin beni uzaktan süzdüğünü fark etmiştim. Birkaç mevsim önceye kadar oğlandan farksız olan kızlar sanki birden kadına dönüşmüştü. Gençtim, başta dikkatimi çekmemiştiler ancak sonradan içlerinden birinin ilgisi hoşuma gitmişti. Konuşmaya da cesaretim yoktu ya neyse.
Yine böyle bir yürüyüşüm esnasında ırmağın kenarına oturmuş dinlenen bir tüccar ile karşılaştım. Sırtını içi türlü yiyeceklerle dolu olan el arabasına yaslamıştı. Beni görünce başta irkildi, daha sonra selam verip halimi hatırımı sordu. Selamını alıp muhabbetine icap ettim. Gülen yüzü olabilecek en sıradan duyguları taşıyordu.
Halimden ve cevaplarımdan nasıl etkilendi bilmem ama oturup el arabasındaki bazı yiyeceklerden bir şeyler ikram etti. Yabancı bir insan görmek için mi yoksa o tatlı meyvelerden güzel kokulu ekmeklerden ve baharatlı kuru etlerden yiyebilmek için mi teklifini kabul ettim bunu da bilemiyorum ancak oturmuştuk.
Bir yandan yiyip bir yandan sohbet ediyorduk. Her şeyi anlatmak istiyor gibiydi. İçinden geçeni öylece söylüyordu. Ben ise sadece sorduğu sorulara kısa ve net cevaplar vererek geçiştiriyor gibiydim onu.
Çok geçmeden köyün kızları nehrin öte tarafından yürüyerek geçtiler. İçlerinden biri beni, ben de onu izliyordum. Tüccar önümüzden geçen kızları görünce sustu. Az önceki geveze adam gitmişti yerine daha ciddi bir tanesi gelmişti.
Elindeki ekmeği bırakıp beni izle diyerek nehre girdi. Beline kadar gelen suyun içinden geçip kızların yanına gidip hepsiyle birden konuşmaya başlamıştı. Ben ise utana sıkıla olanları izliyordum.
Tüccar hiç çekinmiyordu. İçlerinden biri beni izleyen kızlardan birkaç tanesini öpünce uzaktan bir adam bağıra çağıra geldi. Adamın geldiğini görünce el arabasını öylece bırakıp kaçıp gitti. Yaşlı adam ise kızları bir kaz sürüsü gibi toparlayıp köyün içine doğru götürdü.
Herkes uzaklaşınca koca bir el arabası yiyecekle baş başa kaldım. Karnımda doymuştu, daha fazla yiyemezdim. Sırtımı el arabasına verip kendimi nehrin serin melteminin kollarına bıraktım.
Gözlerimi açtığımda tüccar başımda dikilmiş beni bekliyordu. Yanında beni izleyen kız ve az önceki yaşlı adam da vardı. Uyandığımı görünce tüccar bağırmaya başladı. Kaçmasının sebebi hazırlıksız olmasıymış, bu kızı almak istiyormuş el arabasındaki yemekleri ailesine hediye olarak getirmiş İstediğim kadar yiyebileceğimi ama bütün yiyecekleri çaldıysam beni öldürmeye hakkı olduğunu söylüyordu. Kafamı doğrulttuğumda el arabasının bomboş olduğunu gördüm. Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. Dağlara hakim devler bile bu kadar yiyeceği böyle kısa bir sürede yiyemezdi.
Eğer çaldıysam da itiraf etmem gerektiğini söyledi. Donup kalmıştım. Beni ancak bir mevsim onun bahçesinde çalışmam şartıyla affedebileceğini söyledi. Yoksa yine, beni öldürmeye hakkı olacağını da ekledi.
Yanında çalışmam gerektiğini söyleyince kan tepeme sıçradı. O an göz bebeklerimden kıvılcımlar saçtığıma eminim. Tüccar korkmuştu. Yaşlı adam ve kız da korkmuştu. Ben de korkmuştum, tıpkı onların benden korktuğu gibi kendimden korkmuştum. Tüccarla olanlar bu kadarla kalmamıştı ama geri kalanı buraya düşmemin asıl sebebi olması için gereksizdi. Sonrasında babamdan sağlam bir dayak yemiştim. Tüccarın yanında köle olmaktan daha beterleri gelmişti başıma. Sevdiğim kızın zorla evlendiği düğünde çalışmıştım mesela.
Bilmiyorum, belki de bu bir bela değildi. Sonsuzluk, bilinmezlik ve kimsesizlik o kadar kötü şeyler olmayabilir. Belki de dünyada başıma gelen onca kötü şeyden beni sakınmak için buraya getirilmiştim. Hepsinin cevabı bilmiyorumdu. Zaten burada olmamın bir ceza olduğunu düşünmem de içime kemiren ve beni rahatsız eden cevapsızlıktı.
Olanlar böyleyken bu akça pakça ıstırabın içine düşmem, her şeyin başlangıcı tüccarla karşılaşmam olabilir mi diye de düşünmüştüm. Fakat hayır, benim için yeterli değildi. Başka insanların dahi bana yaptığı yetmezdi bu kuvvetli belayı başıma sardırmaya.
Son zamanlarda ise aklımda kendimin bana düşman olması geliyor. Evet, evet. Belki de her şeyin sorumlusu bana karşı olan bendi. İnsan kendisine düşmandı. İnsanın insana düşmanlığı buydu belki de.
Baba ocağından uzak düştüğüm vakitlerdi. Ormanda avare gezer haldeydim. Üzerine tahmin bile yürütemeyeceğim bir vakti geride bırakmıştım. Yollarda hırpalanmış, daha da yorulmuştum. Saksağanın ya da fısıldayan taşın dedikleri umurumda bile değildi.
Ancak son zamanlarda yorulmuş olmanın da ötesinde bir ağırlık vardı üzerimde. Omuzlarım, avuç içlerim ve dizlerim… Keskin bir sancı giriyordu her eklemime. Daha fazla dayanamamıştım. Yanından geçtiğim bir ağacın dibine çöküp kaldım.
Geceyi olduğum yerde acı ile titreyerek geçirdim. Günün ilk ışıkları göz kapaklarımı kaldırırken önceki gece sırtımda ağırlaşan sızıyı her bir zerremde daha da ağır hissediyordum. Zorla da olsa elimi kaldırınca hemen üstünde büyük kanlı sarı irin toplamış bir noktayı gördüm. Şokla kendimi gelmiştim. Gücüm yetmiyordu. Zorlayarak kendimi kaldırdım. Ağırlaşmış adımlarımı sürüyerek ormanın içindeki yürüyüşüme devam ediyordum ki boşluk beni kucağına aldı. Havada süzülürken buldum kendimi bir anda.
Boşluktaki gidişim sonsuza kadar sürmedi. Sert zemini sırtımda hissedince bir an bedenime hakim olan bütün acıyı unutmuştum. Unutmakla kalmamış, kendimden geçmiştim.
Gözlerimi açtığımda üzerimde kara bir çarşaf vardı sadece. Kafamı kaldırıp etrafımı kolaçan ettiğimde ise sonsuz beyazlığın içinde olmanın şokuyla mı yoksa düştüğüm yerle beraber mi vücudumdaki ağrı uçup gitmişti.
İnsanı deli edecek bir sessizlik ve izbelik vardı. Daha önce kimsenin burada olmadığı yüzüme çarpan rüzgardan bile belliydi. Rüzgarın kokusu yoktu. Başta ne hissedeceğimi bilemedim, korkmalı mıydım? Ya da sevinmeli miydim? Bir sürü soru vardı aklımda ancak istisnasız her biri cevapsızdı.
Evet, buraya böyle düştüm. Ancak neden düştüm, bu ıstırabı hak edecek ne yaptım bilmiyorum. Buranın sıradan bir yer olmadığı kesin. Düşündükçe cevapsız kalan sorularımın sayısı cevaplananları aşıyordu. Artık ne kadar tövbe etsem de ne kadar birilerinin kölesi olsam da faydası yoktu. Yaptıklarımdan pişman mı olmalıyım? Ya da pişman olacak bir şey mi yaptım? Beni buraya düşürecek olaylar nerede başladı? İşte bahsettiğim başlangıç buydu. Ancak buraya nasıl düştüğüm değil neden düştüğüm önemliydi. Istırabımı çekecek ve bir sonun olmasını umacaktım. Beni dehşete düşüren beyazlık her yerdeydi tıpkı önceki hayatımda yüreğimde hissettiğim ağırlık gibi etkisini üzerimden bir an olsun eksik etmiyordu.
Son birkaç adımdır ağzımdan çıkan nefesi tutan bir buhar vardı. Elimi göğe kaldırdım. Avucumun içine düşen kar tanelerini kontrol etmek için aşağı indirdiğimde elimin parlak bir beyaza kestiği gördüm. Artık kendi tenimin rengim dahi kalmamıştı.
İlk yorum yapan siz olun